30 Kasım 2008 Pazar

git

git diyemezsin
herşeye git dersin
git diyemeyince kendin çeker gidersin.
ama kendine git diyemezsin
içinden fırlatıp atmak da gelse içini,
yırtıp çıkmak da istesen bedenini,
bu senin sana ait olduğunu değiştirmez.
herkese git dersin
diyemeyince çeker gidersin de,
kendine diyecek lafın yoktur.
atamazsın, satamazsın.
bir sen varsın uzun gecelerde
ve bir de sen.
dahası değil..
ne yanında uyuyan,
ne de yanında uyuduğunu sandığın..
ne telefonda adı kayıtlı olan,
ne de eve girene kadar seninle olan.
ne de evin içinde sesi çınlayan,
ve ya adı kalbinde kazılı olan.
an gelir, dönüp de bakarsın
avuç içinde bir sen varsındır.
aynaları kırsan da, yok etsen de tüm isimlerini,
kendinden kaçamazsın,
varlığını hiçe sayamazsın.
git diyebilsen de gidemezsin...
herkese git dersin,
diyemeyince çeker kendin gidersin,
ama kendine git diyemezsin.
kendini atsan atamazsın,
satsan satamazsın.

çekip vursan;
ölen yine kendinsin,
başkası değil...

kendine git diyemezsin...
git desen de kendi kendini terkedemezsin...

26 Kasım 2008 Çarşamba

ıssız adam


ağlamicam ki sevmem ki diye gittim. kafamda kurguladığımın benzeri bir senaryo ile karşı karşıya kaldım. yanımda iki tane koca bebek varmış bunu anladım. bir yandan sinan bir yandan erdem hüngür hüngür ağlarken ben 'eee yani?' tepkileri ile bitirdim filmi. sinema aydınlanıp da insanların yüzünü gördüğümde ne kadar da katılaşmış olduğunu anladım, çünkü 1 fire ben vardım ağlamayan bariz biçimde.
ama anlamıyorum. benim takıldığım noktalar bambaşka şeylerdi. ilk yarıda erdemle konuşurken, çok sinirliydim 'bu adam bu kızı sevmiyor ki' dediğimde erdem de onayladı ve duygunun aşktan öte şehvet ve tutku olduğuna karar verdik. ilk bölüm beni resmen delirtti. kurdeşen oldum sinirden. ay yavşak ay yavşak diye izledim ama kız zeki çıktı. ben ne adamın bana kur yaptığını anlardım ne bişey.
velakin bir sevişme sahnesi vardı orda. adamın ruhuyla kadını hissettiği sahne. tenlerinin değil ruhlarının seviştiği sahne. en tepkisiz halim o idi zannımca hayatım boyunca yaşadığım. ee? sorusu bile gelmedi aklıma. mal mal izledim. sıkıldım resmen bunaldım filmden.

meltem sordu. ee peki sen ağlamadın mı? diye. ben de daha ağırını yaşadığım bişeye neden ağlayayım ki. vız gelir tırıs gider dedim.
işte öyle bir romantik dram mıdır komedi midir bilemedim.

armadada merdivenlerden hoplaya zıplaya inerken, 'şimdi burdaki insanlar lise aşklarını fln hatırlamışlardır heheh' diye söyleniyordum ki bir teyze dönüp öyle bir baktı ki korktum resmen. ayıp da değildi dediğim.
kendinden bişey bulma konusuna gelince.

bulamadım bir sahne dışında.
hayat zaten kısa. ömrümün sonuna kadar oturup ağlicak mıydım bi adam için?
bence kız cidden ingiltereye gidip evlenmiş olmalıydı ve orda o adama sarılmamalıydı.


hoşçakal. dicekti biticekti.

böyle adamlar var...
üzerler.
alt üst ederler.


sinanı tanıdığım için şanslı olan nadir insanlardan biriyim belki de.
iyi ki de var.

zira biraz da jeux d'enfants dı film bana göre.


anın şarkısı : nil burak - yalnızım ben.

mevsimler



her mevsimin ayrı tadı var. ben de geçişlerinin tadını çok severim salt mevsimi sevmektense. dengesiz bi insanım ya, salt dengeden hoşlanmıyorum sanırım. salt mutluluk salt acı salt kahkaha salt gözyaşı sevmediğim gibi bişey bu.
her mevsimin tadı var da bu geçişlerin tadını hiç bir şeye değişmem. yazın sonbahara geçmesi sonbaharın kışa kışın bahara baharın yaza geçmesi gibi. sıradanlığı sevmememden ve süprizlere bayılıyor olmamdan kaynaklı olucak.
bir sabah gözlerimi açtığımda pencereyi araladığımda yağan yağmuru görürken ertesi sabah güneşle uyanmak kadar güzel bir şey yok hayatta.
bir gün kısacık etek giyip dışarı çıkıp donarken ertesi gün bugün de soğuk olur diye kazan giyip aman tanrım düşünceleri arasında terden ölmek de güzeldir. şakacı toprak ana diye yüzüme yerleşen sıcacık gülümseme, soğuktan üşümüş bir kedinin kokumu alıp koşarak gelip ayaklarıma sürünüp kucağıma çıkıp koynuma girmesi, çıkardığım kuş seslerine bakakalan serçeler, gövdelerine dokunduğumda varlıklarını tüm bedenimde hissettiğim ağaçlar ve gelicek baharda yeniden açmak üzere kendilerini saklayan çiçekler... herşey o kadar güzel ki, hayat bu ki...

ıslakmış değilmiş bakmadan çimlere uzanmak, çamur olmuş olmamış dert etmeden doğayı teninde hissetmek...
kütüphane de ders çalışırken yüreğinin burkulması ile nefes alamayıp toplanıp kendini arkadaşlarının yanına atmak üzere kendini dışarıda bulmak, ve kütüphaneden çarşıya giden yol boyunca sabah güneşten terlediğin havanın nasıl da bir anda değişebiliceğini iliklerinde buz gibi hissetmek.... en güzeli de, fiziğe çıkan merdivenlerin başında durup yola baktığında aniden esen rüzgarın ağaçların sapsarı yapraklarını konfeti gibi üzerine serperek ıslıklar eşliğinde seni kucaklamaya hazırlanmış olması...
karanlık ufaktefek ışıklar sen ve yalnızca doğa...
içindeki sıkıntıyı alıp da ne kadar güzel bir şeye tapındığımı göstermeye yeter de artar...



günün şarkısı : the editors - dust in the sunlight



25 Kasım 2008 Salı

arkadaşlar


insanın arkadaşları ne kadar önemli. kendini yitirdiğinde şşşt lan. zeynepsin sen kalk bana şunda bunda lazımsın. yada lazım değilsen bile varlığın yeter diyecek. ben bundan önce hep kendim vardım. herşeyi kendim yapardım . herkesi kendim dinler herkesi ben bataktan çıkarırdım ama başkalarının desteğine ihtiyacım yoktu. ama hayatımda ilk kez görüyorum ki ben istesem de istemesem de yüzümün asıldığnı gördüklerinde tüm red edişlerime rağmen kolumdan tutup beni güldüren bir gurup var. ben üzülünce canı sıkılan ben neşeliyken benden dha neşeli olan.
beni delicesine özleyen beni kendine yem etmeye çalışanlara inatla karşı koymamı sağlayan, omuzlarımdan taşıdığım yükleri birer birer indiren.
bir kısmı yeni girdi hayatıma birkısmı hep varlardı.
ne güzel şeymiş insanın ben tek başıma her boku yaparım ama iyi ki varlar neden onların da bana yardım etmelerine izin vermeyeyim ? diye kendine sorması

sizleri çok seviyorum !




günün şarkısı - hala - norah jones - somewhere over the rainbow
:)


what a wonderful world!

23 Kasım 2008 Pazar

baş ağrısı


bugünün işini yarına bırakma diye boşua dememiş büyüklerimiz.
ben bunu pek unutan bir insan değildim bir iki sene öncesine kadar ama hep de bırakırdım. yine de yavaş yavaş toparlandığımı düşünürken, eller havaya derdime oturdum çalışmadım dün ve sabahtan beri de inanılmaz bir ağrı ile yaşıyorum.
içimdeki zeynep'e hadi küçük kadın uyan da sorumluluklarını hatırla diyip duruyorum pek duyuyor gibi değil ama.
yarın da 8:40 da nükleer fizik beynimde patlayacak ama olsun.
içimdeki kedinin miskinliği aylardır devam ediyordu zaten. bugün bozulmasını bekleyemezdim. kendime gelmem için bir patlama yaşamam gerekiyordu sanırım. erdeme de dedim bunu arabada. belki dedi o da. nükleer patlamamla mutlu olucak mıyım bilmiyorum ama yine de :)


what a wonderful world!!!!



:)
günün şarkısı : norah jones - somewhere over the rainbow

22 Kasım 2008 Cumartesi

kimlik


bir çok insan gördüm tanıdım kendilerindeki hatayı kabul etmemek uğruna, kendilerini eleştren insanlara "aslında bende gördüğün yanlışlıklar senin kendinde görmek istemediklerin" diyen. aslında çok da haklılardır ancak anlayamadıkları nokta ben kendimde bir hatayı bir yanlışı görmek istemiyorsam onu yapmıyorumdur yada yapmamaya çalışıyorumdur ve karşına geçip seni düzeltmeye yada seni uyarmaya kalkıyorsam da zararını görmüşümdür ve sana da 'iyi niyetle' bence yapmamalısın diyorumdur.
ancak bu mantıkla düşünürsek bazı insanlar bunu yapmamı salt kötü niyete bağladıklarına göre kendimle çelişerek ve onların mantığını destekleyerek demeliyim ki ' içindeki kötü niyet olmasın sana bunları dedirten'

hayatımda hiç kötü olduğumu hatırlamam, en azından dışarıdaki insanlar için. dün duydum arkamdan 'ne soğuk kız o' diyorlarmış. beni yeni tanımaya başlayan bir insandan öğrendim. ne soğukluğu. insanlar yolda kolumdan çevirip sen hep gül olur mu derken, gülüşün bize güç veriyor derken, hangi soğukluktan bahsediyoruz.

evet insanların kötü dönemleri olabilir içlerine kapanabilirler ve ben her zaman gülemem. yaşadığım anın ve soluklandığım havanın kokusunu duymadığım bir dönemden çıktım ben. bırakın zaman zaman duruluyim, zaman zaman da arkadaşımın dostumun kucağında kütüphanenin ortası dahi olsa ağlayım. herşey biz insanlar için değil mi? niçin hep gülmek zorundayım.

bir çok zaman rol yapmadığım için yanlış anlaşıldım. kötü olduğum düşünülmedi belki ama can sıkıcı olduğum konusu ele alındı. can sıkıcı olmak. birisi birisinden ayrılır ayrılmaz başkasına atladığında ve sorduğunda ' aa ii yapmışsın cnm hı hı' demediğim ama 'bence şu ihtimalleri de bir göz önüne al bilmem ne kadar yakışır üzerinde bu durum?' diye sorup gerçekleri hatırlattığım için can sıkıcı olmak. yada hayatta olabilicek bir kaç olasılığı daha hatırlattığım için 'ciddi'likle suçlanmak. arkadaşım, ben sana olabilecekleri anlatırım sen gidip en kötüsünü yapsan da benim için aynı insansındır. görüş beyanlarım senin iyiliğin ötesine değildir. yoksa bu böyle düşündüğümden değildir.


gel gelelim,'ah zeynep benim arkamdan konuşuyor' furyasına. ben kimin arkasından konuşuyormuşum merak ediyorum. kendi kafasından senaryo yazıp da bunları ona buna anlatıp ah zeynep dedi diyen o kadar çok insan var ki... ama benim amaçlarım oturup sizlere birer birer yada otururp SANA bir bir cvp vermek değil. işimdeyim gücümdeyim. zaten kafamda durmadan olasılık hesabı yapan yorucu bir mekanizma varken bir de bunları sokasım yok oraya. kaldı ki, eminim benim hakkımda da ona buna 'deli' olduğum ve 'yapmayacağım' şeylerle ilgili yapabilme ihtimallerim anlatılıyordur, eskiden bana başkaları hakkında anlatıldığı gibi.

gülüyorum.
bazen küfrediyorum, sonra geri alıyorum. bazen diliyorum sonra geri alıyorum..
çünkü enerjim o kadar yüksek ki, istediğimde ve dilediğimde olabileceğini biliyorum. ben bu torpili iyi şeyler için kullanmayı dilemezken, niçin kötü bişey için kullanmalıyım ki.
durup düşünüyorum.
bu kötü niyeti içime kim soktu yad a kim açığa çıkardı diye.

biliyorum ama tanımıyorum..


ben mutluyum
sevdiklerimin yanında.

20 Kasım 2008 Perşembe

mutluluk


sıcacık odanda kimse seni uyandırmadan kendiliğinden güne gözlerini açıp, perdeyi aralayıp baktığında sisli gökyüzünün tüm romantikliğine merhaba diyip, içinde konuşan tüm geçmişini bastırabilmektir sanırım...
sonra gidip kocaman bir kupa kahve alıp, bilgisayardaki dire straits parçalarını açıp,yatakta bağdaş kurup penceredenn dışarıyı, yoldan gelip geçenleri ve gökyüzünde uçan kuşları izlemektir, sis izin verdiğince.
sonrasında sıcacık yatağından süzülerek çıkıp giyinip, dire straits - ticket to heaven eşliğinde okula gidiceğin zamanı beklemektir.

güzel bir kahvaltı beni bekler şimdi arkadaşlarla dostlarla okulda.


huzur dire straits te :)

günün şarkısı : dire straits - ticket to heaven

17 Kasım 2008 Pazartesi

sigara

sigara nasıl azaltılır sorusuna önceden cevap veremezdim sanırım. şimdi deseler ki irade güler geçerim. bu bir anda insanın içine gelen bir duygu. hımm diyorsun yeter artık ve arkadaşların sigara içmeye kütüphaneden aşağı inip de dışarı çıktığında onlarla çıkınca soruyorsun kendine acaba istiyor muyum ? diye sonrasında bir duruyorsun hayır diyorsun...
ben çok sigarayı bıraktım diyen gördüm. bıraktım diyip de ah arkadaşlar içmese lafları eden de gördüm ettim de..
hadi ordan demek istiyorum şu anda kendine.
istemiyorsan içmiyorsun abi.
kolay gelsin herkese.



günün şarkısı: led zeppelin - dazed and confused & whole lotta love.

16 Kasım 2008 Pazar

bazı pazarlar güzeldir

pazar gününü sıkılmaya ayırmış bir insan olarak uzun süredir ağırlığını üzerimde hissettiğim artık gün pazarlarının bazen ne kadar da eğlenceli olduğunu bilme hakkını kazandım bu hafta sonu.
bir kere gün başlangıcı beni her ne kadar bunaltsa da ilk başlarda harikaydı. konutkente inen sisle öten kuş sesleri arasında sarındığım hırkanın altında titreyerek içtiğim ilk sigara kadar beni mutlu edemezdi sanırım hiç birşey...

aslında biz bu pazar eymire gidip bağ evinde bir kahvaltı planlamıştık - bağ evinde olduğunu kahvaltının daha sonra öğrendim. benim derdim eymirdi.- ancak sinanın uykucu tavrı ile benim huzursuzca söylenerek evde dolaşan yapım birleşince tam bir fiyasko çıktı ortaya.
sabah 8 de kalkıp uyku semesi koridorlar aşıp sinanı yattığı yatakta kalk kalk kalk a bağlayan cümlelerle sabit frekansta uyandırmaya çalışmam ve bunda muvaffak olmamın ertesinde, kendi uykuculuğuma yenik düşmem ilk başlarda her ne kadar suçluyu ben mişim gibi gösterse de, hemen akabinde sinanın uykuculuğunun ağır basması ve benim ağlamaya başlamam sonucu saat 12 yi buldu :)

biz de arabaya atlayıp ne yapsak derken kendimizi çukurambardaki liva bistro da bulduk :)
hemen girişteki brunch saatine baktık, derin bir oh çektik. 10 ila 15 arası yazmakta idi. canlı müzik eşliğinde brunchımızı (ay çok entelim) yaparken ettiğimiz sohbetler sonucu sinan bana konuşma yasağı koydu ve akabinde rejime girdi :) eh rejim öncesi böyle bir renk lazımdı bize. ben mi =) e spora başlıyorum - e tabi 2 aydır iyileşemedim ama azimliyim iyileştiğim anda başlicam :) -
gerçekten de brunch keyfi olan ve elbette ki :) buna para ayırabilcek istekteki insanlara tavsiye edebilirim sanırım çukurambar livayı. yemek lezzeti iyi ve ortam çok iyi olarak nitelendirilebilir. yapmak istediklerimle elime geçen parayı tartıp biçtiğimde de ancak ayda 1 pazarımı yada cumartesimi böyle bir bruncha ayırabileceğim gerçeği ile yüzyüze gelmek beni çok rahatsız etmekte. bilmem ki zaten ne kadar gerekli ayda bir kereden fazlası da :)


neyse, yapılan brunch sonrası kendimizi sinanla ne yapsak diye düşünürken okulda bulduk ve hemen ezgi ve edayı aradık. her ne kadar edaya ulaşamasak da ezgiyi aramak bizim için bir taşla iki kuş oldu çünkü özlemle berabermiş ezgi hanım. en son ne yapsak ı 4 kişi düşünürken sinanı bilkent starbucks yolundan geri çevirip tunalı botanik yoluna soktum ve harika ve olağandan farklı bir pazar günü bir kez daha başlamış oldu bizim için. yolda botanik e giderken gökayı aradık onu da aramıza kattık ve üşüye dona geze geze sıcak çaylarımızı midemize indirirken hafta boyunca neler yaşadığımızı birbirimize anlatıp kah gülüp kah üzülerek delicesine mutlu olduk ve birbirimizin yanında huzura kavuştuk.
o deil de, bir ara çay içtiğimiz kahvenin camından dışarı fırlıyordum ben :) sinanın hem çelmesine hem popo darbesine maruz kalmam suretiyle. bu da hep beraber güldüğümüz en güzel anlardan biri oldu sanırım :)


pozlar verdik düzinelerce eğlenceli fotoğraflar çektik :)

salıncakları işgal ettik kahkahalar içinde sallandık :) aslında sallanmadık. :D ezgi salllandı biz baktık :) aslında ezginin de pek sallandığı söylenemez :) gökay olmasa :) kim sallayacaktı ki :))))))) herkesin kendi derdine düşüp bir anda ezgiye özenip çocukluğunu özlediği özel bir andı o an yahu :)


sonra bazılarımız kendisi ile ilgili gizli kalmış yönlerini keşfetti :) mesela ben... dünyadaki en anti romantik insana doğru yol aldığımı gördüm. en romantik olabilecek anda dahi dediğim saçma sapan bir şey sinanın gülmeye başlamasına o anda fotoğrafımızı çeken özleme benim abuk subuk pozlar vermeme neden oldu ve böyle saçma sapan 100lerce çift fotomuz oldu sinanla. :) aman ne uyumluyuz ne uyumlu ama yine de olsun :D:D





ve son olarak da öylesine çekilen fotoğrafları incelerken sıcak yatağımda kendime yeni bir model bulabileceğimi keşfettim ki bu da gökay olmakta. arabaya dönerken hepimiz bir tek konuda hem fikirdik sanırım, o da bir sabah erkenden botanik e gelip delicesine fotoğraf çekmekti :)



harika pazarlar efendim.
içinizdeki çocuğu yarattıkça varsınız.
ve bugun bir kez daha anladım ki ben yaşamayı çok seviyorum.
en mutsuz ve en umutsuz anda dahi, en mutlu ve en umutlu anda olduğu kadar; çünkü içimdeki ufaklı aslında içimde yaşamıyor bildiğin benim o :)))




uzun süre sonra the gathering indiriyorum ama bilmem ki dinlemeye hazır olgunlukta mı ruhum ? :)


geçelim.
günün şarkısı : deep purple - black night

15 Kasım 2008 Cumartesi

inandırsana...

en sıcağındayken bile çektiğin nefesin , insanın içinin üşümesinden ötesi değildir aşk.
zaman zaman donup kalakalmaktır.
bazen anlamsızca uzaklara dalmaktır ama hayır, kimse beni her kalp atışının aşk olduğuna inandıramaz ve aşıkken her an kalbinin delicesine çarptığına ya da ben hiç aşık olmadım ve dinim dediğim toprak anaya olan inancım da yalan.
aşığım evet, ama sanılanın aksine bir erkeğe ya da bir dişiye değil. aldığım nefese aşığım, kokladığım havaya ve her gün üzerine basıp geçtiğim toprağa aşığım ve bunlardan öğrendiğim şudur ki, bazen insan aşık olduğunu çiğneyip geçer ve bazen içine çeker ve bazen boynundan başlar koklamaya usulca... çoğu zaman da unutur gider, kalbi gördüğü biri için attığında aşkını bitti sanar, heyecanına kulp takar. oysa ki kimse beni inandıramaz bu kadar kolay değildir aşık olmak ve sevmek ve unutmak.

aşk ise dokunduğun her gün ışıdığında usulca, soyut kavramlar arasında kendini oturttuğun bir somutluk yoksa ve en mutluyum dediğin anda bile bir eksik varsa içinde, ne kadar nefret de etsen, unuttuğun bir şey vardır bir yerlerde.
inkar ettiğin yanılsamlar yaftası yapıştırdığın heyecan duymadığın farkında olmadan yitirdiğin aşkından başkası değildir o eksik ve hayatı kabullenişe başlarsın o anda, aşık oldum sanrıları mutluluk sanrıları ve huzur sanrıları ile...




tori amos - winter.

12 Kasım 2008 Çarşamba

aşk

bugun bir kitap gördüm aslında çok ünlü bir yazarın ancak tadım yok an itibariyle uğraşamicam hafızamı zorlamakla...
adı aşklar da değişti miydi neydi.
çok ayıp hatırlamamak çot diye söylememek çünkü önemli bir eser.
neyse.
gecenin bi vakti aklıma geldi.güldüm azıcık düşündüm. sonra edebiyat hocamın bir kaç hafta öncesinde bana söylediği sözler aklıma geldi tekrar güldüm.
büyüyemiyorum.
herneyse.

ankara pek faal bu aralar.
caz festivalleri blues festivalleri tiyatro festivalleri...
paranın önemli olduğu anlar bunlar gerçekten ama.

sinanla oyunu beklerken programa baktık. sakıncalı piyade oynuyormuş festivalde. hemen bilet almak istiyoruz :))

operada da çalıkuşu var ayın sonlarına doğru. üşenmeden bi gitmek lazım operaya da bilet almaya . çalıkuşuna gitmek henüz nasib olmadı, her ne kadar bende yeri büyük de olsa o eserin.
çalıkuşu dendikçe edebiyat hocamın getirip bak bu kitap seni anlatıyor dediğini hatırlıyorum. belki de ondan sonra bu kadar dik başlı oldum hayata karşı.
ve bu kadar sevdim nefes almayı.
herneyse.

efes blues a cumartesi gitmeyi şiddetle istiyorduk erdemle, plana sinan da dahil oldu. bakalım ne olucak?

yasemin mori yi bilmeyen kişilerin acil öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum.


tadım yok bu gece anlamsızca.
bir ara kütüphane ile ilgili bugun ceren ve erdemle konuştuğum şeyleri aktarıcam sana. e tabi bir de mustafa filmini 2. kez izleyip onla ilgili bir şeyler yazıcam.

sağlıcakla kal.

7 Kasım 2008 Cuma

öylesine

harika günler geçiriyorum. rüya gibi. bu tembelliğimin bir sonu olmalı. sevgilimden çok arkadaşlarımla vakit geçiriyorum evet ama bu beni rahatsız etmiyor. üstüne üstlük hiç olmadığım kadar mutluyum.
çok hastayım bu aralar.
çok katıyım.
kırıcıyım belki de - nekadar kırıcı olabilirim merak ediyorum.
herneyse.
zararsızca çok çok deliyim bu aralar.


dönerim yakın zamanda.
yarından da yakın zamanda.
hatta belki yarın bir ara.


tiyatroya gitmedim- vicdan azabı çekiyorum.


sanırım ölücem hastalıktan.


mutlaka dinlenilmesi gerekenler arasında : madredeus - alfama.

4 Kasım 2008 Salı

bilmem

tam mayıs 2007 de üye olmuşum sana. sanırım yine bulunduğum çevreden daralıp sıkıldığım, beni tanıyan insanlarla birşeyler paylaşmak istemediğim bir dönem falandı. sonra mayıs 2008 de yazmışım ilk yazımı :)
ne komik . mayıs 2009 da da birşeyler yaparım senle ilgili :)
güncem ahalisi duymasın sıkıldım bu aralar oraya yazmaktan. illa ki yakın zamanda yine döneceğimdir arkadaşlarıma ama bir süre seninle idare edicez bakalım :)
gecenin saat ikisi gerçekten başarılı ve daha günün gazetelerini okuyacağım. eh sabahın köründe o kadar konuşursan sonucu bu olur.
sigarayı gerçekten azaltmış olmam yanı sıra düzenli olarak su içmeye tekrar başladığımı farkettim.

herneyse.
geçen gün tolgayla uyumlanmadan falan bahsettik. elbet onu da anlatırım bir vakit.
öperim kocaman