20 Kasım 2015 Cuma

Engeller

Bazen şımarıklık hali içerisinde boğulduğumu düşünüyorum. Arada bir, her ne kadar öyle gözükmese de ya da temel anlamda ele alınabilecek bir şımarıklık konsepti olmasa da, gerçek bir şımarıklık haline saplanıp kaldığımı düşünüyorum. Haydi eleştirelim. Sabah güzel sayılmayacak ama kötü de denmeyecek bir e posta aldım. Kendi hayatını canlara ve doğaya adamayı tercih etmiş biri olarak, bir kere e postayı aldığımda içimde yaşadığım kırılmayı yaşamamam gerektiğini fark etmem yaklaşık 30 dakikamı aldı. Zira hedeflerini bu yönde koymuş bir bireyin, bir zorluk “daha” çıktığı için kırılmak gibi bir lüksü yoktur, bu lüks şımarıklıktır.. Ve açıkçası bir süre sonra kendi kendime de söylediğim gibi “kimse bu yolun kolay olmayacağını söylemedi bana, atarım kime” Akabinde, kafamda yaptığım aylık programa ve dün yaşadığım şeye baktım. Mide bulantısı gibi bir sinir dalgası vurdu yüzüme. Sonra bir hocamın bir arkadaşıma söylediği bir laf geldi aklıma.. Ve sonra ben de dedim ki kendi kendime “yalnızca 3 ay uyumayacaksın ne çıkar ki” sonra dedim ki kendi kendime “e sen zaten hiç uyumuyorsun ki” :) Orada bi kendi kendimi gülümsettim. Sıkıntı ha bitti ha bitecek diye hayata bakacak kadar şımarık olmakta. Gel şunu konuşalım dedim sonra “bit me ye cek” Sen istedin, senin isteğin bu, hayattan beklentin bu. Sen asla bitsin de bi rahat edeyim kıvamında insan olmadın. Sen savaşçısın. Azıcık rahata erince kafanda türlü saçma kurtçuğun canlandığını görüyorsun, ve bu rahatlık seni ruhen hasta ediyor. Senin anlamın bu. Hayattan aldığın tat bu. Hep buydun dedim kendime. Sonra da rehavete kapılıp yaptığım 3 kuruşluk işleri ve kazandığım 2 paralık başarıların ağızda bıraktığı tatla kendimi veba gibi yayılan sızlanma nehrine, herkes gibi bıraktığımı fark ettim. İşte o nokta benim şımarıklığım. Sızlanmak lüksten köken alan bir şımarıklık değildir. Kendini bilmezlikten köken alan, hedefsizlikten köken alan bir şımarıklıktır. Sızlanmaya hakkım olduğunu düşüneceksem, hemen şu an bu noktada her şeyi bırakıp yatmaya sızlanmamı gerektirmeyecek bir hayat yaşamaya başlayabilirim. Zira sızlanmaya başlamışsam hedeflerimi şaşırmışımdır. O yüzden, iyi oluyor böyle engeller hayatta. Engeller, zorluklar gerçekten aşılmak içinmiş. Aştıkça bir adım daha özüne yaklaşıyor insan. Ve açıkçası kim olduğumuzu ne olacağımızı nerede olacağımızı karşımıza çıkan şanslar değil de engeller belirliyor. En son olarak, kapıdan çıkan annenizin “hayatta ne zorluk yaşarsan yaşa asla hedeflerinden vazgeçme” dediğini de hiç unutmayın. Eğer hedeflerinizden herhangi bir zorlukta vazgeçiyorsanız, asla hedefiniz olmamışlardır.

17 Kasım 2015 Salı

Ankara

Gri sokaklarına Kış hüznü yerleşirken adım adım Ve daha da kararırken yaşanılanların anlamı Kocaman bir yalnızlık türküsü söyler Ankara Yağmurdan başını alıp da gök yüzüne baktığında Kocaman gürültüler ardı sıra asılı kalan Yaşanmışlıkları takılıdır tüm ayrılıkların bulutlarda Ve bir sürü yitip gidişin ev sahibidir Ankara İçine çektikçe nefes diye kuru ayazı Boğazında düğümlenen göz yaşın donar da nefes alamazsın Katılaştıkça nefesin ciğerinde sesin çıkmaz olur Ve bir sürü söylenmedik sözün adıdır Ankara

10 Kasım 2015 Salı

konuşmak

İnsanın kendi kendisi ile konuşması en temel şey. Bazen kendinize sormanız gerekir ben ne kadar değerliyim diye. Eğer aldığınız cevap dudak kenarlarınızda yer çekimine karşı hareket oluşturmuyorsa, belki de aynada gördüğünüz insanı ciddiye almak zamanı gelmiştir. Sıklıkla "ben bunu böyle istiyorum ama karşımdaki bu sefer şöyle mutsuz olur" diye başlayan cümlelerinizin sonucunda siz gerçekten mutsuz oluyorsanız o empati değil kendinizi çiğnemek oluyor. Zira, bu hayata bir kez daha gelmeyeceksiniz. Her neyse konu bu değil. Bir kaç zaman önce eski güncelerimi kurcaladım. Eskiden yazdığım yazıları. Kendimi yalnızca kendime değil başkalarına da ispatlamak zorunda olmadığımı düşündüğüm zamanlardaki yazılarımı. Hayata bakışımı gözlemledim. Mutsuzken bile bir yerde bir pembelik yakalayıp ona tutunabildiğimi gördüm. Sanırım o zamanlar benim için en son kullanılacak sıfat karamsar iken, zaman içerisinde ilk sıfatlardan biri haline gelmiş. Düşündüm düşünüyorum. Haz etmediğim bir yönde, istediğim tarafa doğru ittirdiğimi düşünürken kendimi, tam farklı bir noktaya varmışım. En olmaması gereken şey, diye düşündüm. Sebebi, sanırım kendim gibi olabileceğimi başkalarına ispatlamaya çalışmamın altında yatan kendimsizlik olgusu, ve ne yazık ki hepimizin sıklıkla yaptığı, bir çoğumuzun asla farkına varmadan yaşayıp, yaşlanıp öldüğü bir durum bu. Geride kalan ise, çok dolu sanılan bomboş bir hayat. Öyle afilli laflar etmeye de gerek yok. yok efendim hayatı ne kadar çok doldurursan o kadar az hayat kalır yok efendim hayatın ne kadar boş olursa öyle rere roro.. Asıl hayatı ne kadar kalıba soktuğunuzun farkında mısınız, abuk sabuk "özgürlük" kokan tanımlamalarınızla. Sevdiğiniz insanlara saygı duyarak, kendinizden vermeyi bilerek ama kendinizi yok etmeyerek, karşınızdakinin sevgi, saygı, hayat anlayışını özümsemeye çalışarak yaşamadığınız her gün, hem kendinize hem karşınızdakine ördüğünüz zindan parmaklıklarından fazlası değil, inanın ki. Sonra sevgi zaten böyle bir şey değil de neyse. Kendimi iğne ile kazıyorum resmen. Seneler sonra bugün odtüde huzur buldum. Ne yalan söyleyim... Ha bu arada, kin ile tahamülsüzlük farklı şeylermiş, en azından yeni algım bu. Tanımladığımda paylaşırım. Herkesi affetmeye çalışıyorum Kendimi üzdüğüm her an için de kendimden özür dilerim.

29 Ekim 2015 Perşembe

Çıkmaz Sokak

Çıkmaz sokaklardan uzak durmayın. Çıkmaz sokak tabelalarından korkmayın. Çıkmaz sokakların nereye çıkacağını bilemezsiniz çünkü. Belli mi olur belki de çıkmaz sokakların uçları denizlere açılıyordur, ve kimisi için sıcacık evlere. Çıkmaz sokaklardan uzak durmayın. Çıkmaz sokaklara girip bakın, sonunda ne göreceğinizi kimse bilemez çünkü hiç kimse sizinle aynı gözlere ve ruha sahip değil. Hem belli mi olur, dediğim gibi, belki de denizlere çıkıyordur çıkmaz sokaklar.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Bağlar Bağlar

Az önce bir arkadaşımla konuşurken konu bağlara geldi ve kendime de çok ters bir şey olarak şu kelamı ettim: "aslında sanıyorum maddi bağlar koparılmak için varlar". Dedikten sonra kendime de inanamadım ancak bu böyle ve ekledim "manevi bağlar ise nereye gidersen git seninleler". Evet böyle, ancak hayatındaki her şeye abidik gubidik anlamlar yükleyen benim için ilk cümleye tamamen -inansam dahi- kendimi bırakmam o kadar zor ki. Ve fakat, hocanın dediğini yapın yaptığını yapmayın zira terzi kendi söküğünü dikemez. Başkalarının hayatları hakkında, yaşadıkları hakkında falan konuşurken, o kadar dışarıdan bakıyoruz, kendimizden öylesine uzaklaşıyoruz ki, ancak karşımızdakinin yerine de tam geçemediğimiz için duygularımız da o kadar kopuyor ki, bir anda hepimiz kişisel gelişim uzmanı kesiliyoruz, kesiliveriyoruz. Mantık çerçevesinden olayları değerlendirmeler başlıyor. Ancak çoğu kez olduğu gibi, kendi hayatlarımızda bu verdiğimiz akılları bulamıyoruz bile. O yüzden gelin siz beni dinleyin, ama eylemlemeyin

13 Ağustos 2015 Perşembe

Yıllar sonra yine eskisi gibi

Ne zamandır yazmıyordum. Yazsam bile sana yazmıyordum cücükcan. Bir yerlerde mutlaka içimi döktüğüm oldu, ya da yaşadıklarımı yayımladığım ancak seni, her ne kadar twitter profilime - evet twitter diye bir şey var artık - koymuş olsam da, açıp yazmak eylemi söz konusu olduğunda hiç hatırlamadım. Geçenlerde açıp, bir gece, oturdum biraz okudum. Ne kadar da tatlı ne kadar da saftorik ne kadar da çocukmuşum. Ve işte tam da tüm bunlara dayanarak sana şu an yazacaklarımın başlığı "yıllar sonra yine eskisi gibi" olmalıydı. Çünkü aslında, "seems like a bitch but is a sweetheart" kavramını içime sindirdim ve aslında kendimi olduğu gibi kabul etmeye çalıştığım için yıllar içerisinde, hala çocuk yanımı koruyabilmiş olduğuma inanıyorum. Hala insanların yalanlarına, ve evet, inanıyorum. Bile bile lades diyorum üstelik. Zira insanlardan şüphe ederek, kendim olmayan bir huyu içime sindirene kadar, kendim olup kırılmayı göze aldım. Bu benim, benim yahu. Ben, ortaokul günlüklerimin üzerinde de yazdığı üzere, beni seviyorum. Bu kadar basit. Sevmediğim bir ben var mıdır? Söylendiğim kızdığım ah dediğim bir ben var, ama onu da seviyorum. :) Her neyse. Nerden nereye. Hayatımı da seviyorum, hatalarımı yanlışlarımı falan. Keşke demek illa ki ağzımıza pelesenk olmuş bir ihtiyaç gibi ama aslında ne kadar çok keşke desen de keşkelerin ne kadar da anlamsız olduğunun ayrımındayım. Keşke masterımı uzatmasaydım da bunları daha önce yapsaydım.. Yapamazdım. Çünkü zaten o "keşke" anı beni şimdiki konumuma itti yahu. Velhasıl kelam, hastalık sıkıntı üzüntü başarısızlık başarı aşk acısı meşk eğlencesi derken işte buradayım. Bir zamanlar hayal etmeye bile kalkışamayacağım, beni mi alırlar dediğim bir bursla hem de. Ve yaşadığım her şeye teşekkür ederim. Beni pişiren, şimdiki hedeflerime ilerlerken adımlarımı daha sağlam atmama sebep olan şeyler o üzüntü, acı, terk edilmişlik, başarısızlık ve aynı zamanda mutluluk, huzur, sevinç vsdir. Yaşadıklarımın toplamda kendisidir. Her şeyimle, sana son yazdığım güncelerden daha öncesinden itibaren benim için ağır bir yalnızlıkla karışık huzur barındıran müzikler sıralanırken dahi tesadüfen arka fonda youtube'ün tesadüfleri ile, şu an Osaka'dan kabul mektubunu bekleyen kocaman bir çocuk kadın olarak karşında duruyorum. Sık sık ya da seyrekçe, yine görüşeceğiz.

31 Aralık 2010 Cuma

hediye

hediyelerden ikisini bitirdim. ne mutlu bana. bir kısmına da devam edeceğim artık 10 ocak gibi bile geçebilir insanların eline.
daha emre'ye süprizimi yollayacağım. o kadar mutlu oldum ki kartı elime geçince.

her neyse. az önce en güzel yılbaşı hediyelerinden birini aldım sanırım. şaka gibi. güvenle geçen hafta konuşurken - yoksa bu hafta mıydı?- konu akademik hayattan açıldı. netekim aklımda uyuyan ama uyandırmamak için kendi kendime dahi fısıldamadığım bir yolu uyandırdı güven. oceanography ne güzel şey dedim ve dememle içimde birşeyler titredi. güvenin destediği de cabası.
elbette, kafamızdaki planı değiştirmedik ama, güzel be oceanography de.
neyse dur bakalım derken, az önce annemler geldi ve al bakalıım mutlu seneler dedi.
paketi açıp da içindekine bakınca heralde mutluluktan çığlık atabilirdim.
gitmişler ban 'Biology of Marine Life'!!!! kitabını almışlar. nerden buldun nerden aldın nerden bildin...

:) Çok mutlu oldum. sabahtan beri canım sıkkın somurtup oturuyordum.
örgüleri örerken sürekli kendimle kavga ettim kafamda.
insanların ne şekilde kendilerince beni kafalarında çizdiklerine dair. hem de bu en yakının bile olabilir. evlenmeyi düşündüğün adam bile. beni nerelere koyduklarını, ve bana ulaşamayınca hangi kafayla böyle saçma sapan - bence kıskançlık bir insana yapılacak en büyük hakarettir- hakaretlere varabildiklerini ve bu hakkı kendilerinde nasıl görebildiklerini. Arkadaşlar için de aynısı geçerli. Komik olan ise, herkesin hayata inatla ben merkezcil bakmaya çalıştığıdır - ben de yapıyorumdur. Beni aramadı küstüm, ben onu hiç aramayım ama. tüm özel günlerimde beni aradı msg attı ama, olsun ben yine de küstüm tavırları şımarıklıktır.

Hümeyra ile de konuştum. Dostluk bambaşka birşey, dostuz zannederken ise yalnızca arkadaşlık seviyesinde olmak bambaşka bir şey. Senelerce yadırgadım çevremdeki insanları bu şekilde kısıtlamayaı sınıflandırmayı ve kategorize etmeyi ama bu bir gerçekmiş ne yazık ki.
Arkadaş dediğin kişinin senden anlamsız beklentileri vardır. Seni kendine uymaya davet eder. Seni uyarmak yerine uyarlamaya çalışır. Oysa ki dost dediğin Hümeyra dır, ya da Güven'dir ne biliyim Tuğçe'dir, Emre'dir. Sana olur olmadık şımarıklık anlarında kırılmaz. Senden beklentisi en fazla aramadığın sormadığında bile aklında olmaktır - ki Öyledir de. Seni olduğun gibi her halinle benimsemiştir, eleştirmeye kalkmaz. En fazla akıl danıştığında bence böyle der, sana bu gider kafamda der. Sana yapman gerekeni söylemez. senin için iyi olabileceği söyler. Aklına estiği gibi küsmez, kırıldığında tamir eder kendini çünkü kendini ve seni çok iyi tanımıştır. Ne senin onun kölesi ne de onun senin kölen olmadığını bilir. herkesin ayrı kişilikte olduğunu bambaşka bireyler olduğunun farkındadır.


herneyse... ,daha da beteri yakın arkadaşla arkadaş, arkadaşla da tanıdık arasında farklar var bu kadar kesin ve ayrı.
daha da yazabilirim evet ama gerek yok.

şimdi ise günün güzel olayına. :) '2 3 gündür ders çalışamıyorum canım sıkkın evet ve tek nedeni bu. yapmadığım şeylerle ithaf olunmak hayal dünyalarında insanların beni sıkmaması gerekirken artık 'diz iz not may pırablım diz iz yur pırablım' diye dalga geçemiyorum rus aksanıyla.
çünkü o sevmediğim bal kabağı tadını alıyorum her seferinde bu tip şeyler gerçekleşince. neyse nerden geldim bu konuya?


diyeceğim o ki, şimdi geleceğin en ünlü moda tasarımcısı olacak Hümeyra BÖKE candaşımın tasarım ödevi ile ilgili araştırma yapıp fikir üretip çizim yapmalıyım. ve gerçekten ÇOK KEYİF ALIYORUM.

heleloy :)

27 Ekim 2010 Çarşamba

BEN donsuz giremiyorum, o zaman SEN DE donla girme : Türban 2

Bir kaç gündür duyup yaşadıklarımı aklım almıyor. İnsanlara özgürlük diye dolaşırken, kapalı arkadaşlarımızın 'acındırma' senfonisine kendimi o kadar kaptırmışım ki, onlar kendilerinin 2. sınıf muamele gördüklerini savunurlarken, aslında başı kapalı olmayan bir kadın olarak toplumda nasıl da 3. sınıf olarak görüldüğümü görememişim. Eğitim hakkı adına türbanı savunurken, bu kadar terbiyesiz insanların arkasında durduğumu bilmiyordum, gördüm iyi oldu. İyi niyetli yaklaşıyorsun diyenlere gözlerimi kısıp tıslayarak asıl 'siz' çok kötü niyetlesiniz derken, ne kadar da safça ve toyca olaylara bakmışım.



İlk yediğim vurgun, eğitim hakkı mecburidir diye bağırırken, pat diye kamusal alana da sıçramak isteyen zihniyetten geldi. Tavır çok çirkindi. Senelerce uğraşılmış ama özgürlük adına YÖK tarafından dikta ile gelmiş - değer açısından kendi içerisinde çelisen - bir serbeste ile tam anlamı ile 'buldumcuk' olan bir kesim, bu sefer çılgınca kamusal alana sıçramaya kalktı. Kamusal alanda türbana karşı çıktığımda ise, bir hafta önce eğitim özgürlüğü diye bağıran beni demokratlıkta yere göğe koyamayan türbanlı erkekler ve kadınlar, bir hafta sonra beni faşist ilan ederek, bana etmedikleri hakareti bırakmadılar. Kaldı ki, özgürlüğü bu kadar savunan insanların karşısına geçip, benim de düşüncelerim olabileceğini bana da özgürlük tanınmasını istediğimde, senelerce 'siz açıklar' yeterince özgürlük hakkınızı kullandınız cevabı verdiler. Hep kendi dinlerine saygı gösterilmesini isteyip, saygısızlık da değil, inanmadığınızı belirtip bence muhammed lider bir insandan öte değildir dediğinizde sizi recm etme isteği ile yanıp sönen bakışlarını görmeniz gerekirdi. Edep ya Hu gibi sessiz çığılklar içerisinde 'saygı göstermek zo run da sın!' tepkilerinin altında yatan, fikri saygısızlığı ise görmemeleri ne acı.





Aptal gibi hissetmeme sebep olan ikinci olay ise, seneler önce karşı çıktığım, karşı çıkıyor olduğum ve karşı çıkacak olduğum anlamsız söylem. 'Siz mini etekle girebiliyorsunuz da biz türbanla neden girmeyelim'. Hep aynı tepkiyi verdim hep de vereceğim. Bu söz yanlıştır efendim. Mini etekle türbanı bir tutuyorsanız zaten giymezsiniz olur biter. Kaldı ki, kutsallarınız adınıza başınızı örttüğünüz örtüyü mini etek gibi bir 'bez parçası' ile bir tutup, sonra da bize saygı duyulmuyor diyemezsiniz. çünkü değerlerin tam anlamını çözememiş olan sizlersiniz. Haydi tüm bunları geçtim, bunun vb gibi söylemlerin altında, bize DE özgürlük değil de, bize yoksa size DE özgürlük YOK. anlamı yatar. yani, yengeç sepeti. içinizden biri özgürlüğü elde etmeye giderken, madem sizler öyle değilsiniz hemen çekip onu da aşağı alın.. Ve bu çirkin bir hırstır. Bu hırs o kadar çirkinleşmiştir ki, görevinden iftira ile alınan hakimin konusu açıldığında bile, ee biz çok çektik biraz da siz çekin diyebilecek 'kadınlar' yetiştirmiştir. bu öyle bir hırstır ki, fikir beyanı için YTÜ de türban karşıtı eylem yapan kişilere önce 'Müslüman Gençler' olarak saldırma hakkını kendinde görmeyi gerektirir, sonrasında da bu çocuklar okuldan uzaklaştırıldığında 'hep türbanlılar mı acı çekicek biraz da siz çekin' demeyi getirir. Komik olan ise, biraz da siz kısıtlanın diyen kesimin kendisini özgürlükçü ve demokrat adletmesi. Ve hatta, kendileri eylem yaparken özgürlüğü savunuyor oldukları için kendi savaşımlarını haklı görüp, karşıt görüşe asla müsamaha etmemesi... yazık



Ancak tüm bunlar arasında beni en çok kızdıran ve iyi niyetime şiddetle karşı çıkmama sebep olan olay, açıklar ile kapalılar diye ayrılan iki kesim kadın yaratılması sonucu, kapalıların namuslu açıkların ise çekirdekten yetişme orospu olarak görülmesi durumudur. Bir arkadaşımız, sırf tepki ölçmek için bir türbanlıyı yatapa nasıl atarız gibisinden absürt bir soru sorduğunda, çok kızmıştım. Bir kadını yatağa atmak ne demekti? Nasıl bir terbiyesizlilkti bu? Ama sonradan gördüm ki yine ne kadar aptalmışım. Sorunun altında aranan farklı bir şey varmış. Ve konu erkekler tarafından tek ele alınıp, açığı varken kapalıya niye vakit harcayayım, açıklar daha rahat veriyor, açığı attın da kapalısı kaldı, kolayı varken zoruna neden uğraşıyım, namussuzu varken niye namusluya dalaşıyım' a getirildi. İnanır mısınız gördüm ki, benim hatam herkesi çevremdeki insanlar gibi adledip olmaz ya hu diye bakmamdan kaynaklanıyormuş. Oysaki %70 üniversite gençliği bunun böyle olduğunu düşünüyormuş...





Örnek olarak sunmak istediğim basit bir konuşma;



X kişisi, bu konuşmada yalnızca kadınların ele alındığını savunmuş ben de duyduklarımdan hayır efendim, sadece kadın olduğu için değil türbanlı olduğu için o kadar tepki aldı o soru demişim ve konuşmanın devamı;



X KİŞİSİ:

Senin dediğin gibi sadece türbanlı diye tepki gösterenlere de haksız diyemezsin ki. Şimdi biri çıkıp .... üniversitesinin kızlarının hepsi veriyor gibi bi başlık açsa o üniversitenin öğrencileri tepki gösterse haksızmı olur...İşte o yüzden inandıkları şey uğruna tepki göstermeleri normal değilmi?



Ayrıca tepki gösterenler açıklar daha rahat verir gibi bişey demişlerse af buyur...Ayrıca benim tepkim böyle bir başlığın altına bu kadar yorum yapıp fantaziye ortak olmalarıydı:)



Zeynep

hayır efendim üniversite ile ilgil verdiğin örnek ancak laf ebeliği olabilir. konu bambaşka.



başlığın amacını anlamam zaman aldı ama iyi ki de açmış diyorum çocukcağız bu başlığı çünkü insanların açıklar veriri kapalı namusludur diye düşünebileceğine inanmak istemezdim. bunu görmüş oldum. af buyurulcak durum değil ki konuşn erkeklerin %90 ı böyle idi.



ayrıca vermek de namus tanımı mıdır o da değişir.



X KİŞİSİ

aksini söyleyemediğin birşey laf ebeliği olamazki... Gördüğüm dediğin şeyde ayrıca malesefki gerçek. Vermek kelimesini kullanmak istemiyorum ama açıklar kapalılara göre daha çok cinsellikle ilgililer. Bu yadsınamayacak bir gerçek,Çünkü onlara bu küçüklüklerinden beri empoze edilen birşey.. Ama tekrar diyorum açıklarla daha kolay...Cinsel ilişkii namussuzluk tanımı olmayabilir ama namus diye bir kavram varsa buda o epizotlardan biri olsa gerek...



Zeynep

Vermek kelimesini kullanmak istemiyorum ama açıklar kapalılara göre daha çok cinsellikle ilgililer. Bu yadsınamayacak bir gerçek,Çünkü onlara bu küçüklüklerinden beri empoze edilen birşey.. Ama tekrar diyorum açıklarla daha kolay...



demişsin yadaha da konuşmam

23 Ekim 2010 Cumartesi

Don Kişot’u terketmek

İnsan büyüdüğünü

Don Kişot’u terk edince anlıyor.

İlk başta güzel geliyor umarsızca nefes almak

Ve her konuştuğunda duyulacağını sanmak.

Ama ne zaman ki bir kalabalığın ortasında

Terk edilmişliğini fark ediyor,

Ve ne zaman ki batıyor yalnızlığı avuçlarına

Kalbinde bir sızı peydahlanıveriyor.

Ağzından çıkan sözler sınırlı ve dikkatli

Ve kurduğu hayallerde hep bir gerçek engeli

Rüyalar bile tatsız,kuru gelince anlıyor insan

Büyüdüğünü.

Dönüp arkasına bakınca ise gözlerinde özlem,

Ve yel değirmenlerine karşı kılıç kuşanan çocukluğu

18 Ekim 2010 Pazartesi

bir de bu var: Türban

türban diktasını iran devriminin basamağı olarak görüp yaygara koparanlara alayla bakan türban taraftarlarını asla anlayamayacağım. herkesin dilinde bir Türkiye İran olmaz sloganı var. oysa ki, bu korkuların yerli sebepleri var. hepsinin altında boş kemalizm ya da kuru kuruya atatürk putçuluğu yatmıyor. yakın geçmişimize baktığımızda almanyada var olan tarikat örgütlenmelerini ve bunların içinde en yaygın olan milli görüşçüler ile kaplan hocacıları hatırlayanlar olacaktır. ve ister kabul edilsin ister kabul edilmesin kaplancılar olarak anılan cemalettin kaplanın yolundan giden kişiler türkiyede hala bulunmakta. üstüne üstlük ta 1980lerde federal almanyada var olan milli görüşçüler bile zamanında kaplanla yollarını ayırırken kaplanın iran devrimi taraftarlığından rahatsız olmuşlar. komik olan o dönem suudi arabistanda rabitat-ül islam ya da kısa adı ile rabita örgütü adı altında geçen bir örgüt Dr. Rıza Nurun 1927 ya da 1929 olacak, zamanında kaleme aldığı hayat ve hatıratım isimli kitap ile sanem adam isimli kitapları el altından almanyadaki tarikatlere dağıtıp, tarikat geliri için kullanırken, şimdi açık ve seçik ulaşabileceğimiz hayat ve hatıratım isimli kitabın yazarı dr. rıza nur türk kurtuluş hareketi içerisinde yer alan 'TÜRKÇÜ???' bir şahıs olarak anılıyor. saçmalık diz boyu. adam atatürk düşmanı ama tüm atatürk seven türkçülere gözboyası ile dağıtılıyor bu kitap şimdilerde ve hepsi riza nur un aşığı. oysa ki amcamız 1927 yılında yazdığı bu kitabı british museum a emanet etmiş ve 1960 tanönce yayımlanmasını yasak etmiştir. ve türkiyedeki tüm irticai hareketlerin ateşlendiği dönem - ki buna türban da dahildir - 1960 sonrasıdır.

ek olarak: ek olarak bu kitap, yani Dr. Rıza Nur'un hayatım ve hatıratım isimli kitabı, 1960 lardan itibaren başta almanyadaki 'yetim' türkler olmak üzere bir çok türkiye vatandaşı üzerinde irticai hareket başlatmak amaçlı gençlere empoze edildi. amaç atatürkten ve devrimlerinden gençleri soğutup islam rejimine yakınlaştırmaktı.

resmen komik ve kör milletiz vesselam. bayılıyoruz ahah kemalist ahaha laikÇİ diye damgalamaya insanları anlayıp dinlemeden. şeri yasaların gelmesinden korkanlarla alay ediyoruz ama almanyadaki tüm hareketlerin merkezinde - inkar da edilse MSP lilerin var olduğu bir gerçek. sonuç itibariyle her ne kadar milli görüş teşkilarları o dönem federal almanyasında kendilerini ne sağcı ne solcu olarak nitelendirseler ve genel sekreter ali yüksel çoık mantıklı laflar etse de, bugunkü türkiyenin temeli o zamanlardan satranç adımları ile gelmişse ve o zamanlar hayal edilen durum 20 sene içersinde gerçekleşmise afedersin de burdan kocaman nah çekerim iyi niyetli islam modeline.

4 Ekim 2010 Pazartesi

travestiler

sürçü lisan edersem affola.


yurdum insanı travestileri insan olarak görmez. onlara hastalıklı bir 'yaratıkmış' muamelesi yapar. buna kızsanız biri çıkar karşınıza 'e haksız da değiller çünkü çok saldırganlar' der. yanınıza gelip sizden sigara isteyen genç bir erkek ya da kadınsa kaçmazsınız, ama bu bir travesti ise ya oradan uzaklaşır ya da korkudan verdiğiniz sigaraya 'lanet' eder , kimisine göre 'haram' eder çeker gidersiniz. oysa ki kim hayvan, kim yaratık göremezler.

eğer kadın ya da erkekseniz cinsel kimliğinizde, sorun yoktur. erkekseniz aslında hiç bir sorun yoktur. aslansınızdır. aslan oğlum olursunuz önce pipi gösterirsiniz, sonra sünnet olur erkek olursunuz, sonra kız öper 'cool' olur sonra karı siker 'milli' olursunuz. peki bunca ego şişirilmesine rağmen göğüs dışarıda pipi yukarıda gezmek varken, kadın olmayı seçen bir insanın neden bu 'seçimde' bulunduğunu hiç düşündünüz mü? türkiyede özellikle 2 sınıf vatandaş olarak görülen kadınların 'seviyesine inmeyi' hiç düşünmeden kabul eden 'birinci sınıf' erkeklerin neden var olabileceğini?
çünkü onlar kadın zaten ve aksi gibi ikinci sınıf kadın muamelesi de değil gördükleri. istedikleri var oldukları gibi yaşamak için hayvandan beter muamele görüyor bu insanlar ve sanıldıklarının aksine 'yaratık' falan da değilller. bir iki travesti tanıdım. hepsine de sonuna kadar güvendim ve inandım - vay ne kadar açık görüşlüğüm ben egosu ile yazmıyorum bunlaro -. sonra takip ettim, arkadaşlarımın yaşadıklarından çevremden vs bir şekilde hep karşıma 'inanamaz' gözlerle ve 'şok' olmuş ses tonu ile travestilerin aslında insandan çok daha fazla insan olduğunu anlatan bireyler çıktı karşıma
toplumsal yargıların dışında bırakıp kendilerini, bu insanları yaşayan, onlara cüzzamlı gibi değil de kendisi gibi, bizden biri gibi - ki olması gereken o çünkü onlar bizden birileri - davranmayı becerebilmiş bir sürü insan tanıdım. ve ne yazık ki, en basiti az önceki haberlerde var olan bir hikaye.
'denize düşen arabaya yardım eden Özge, meğer kadın değilmiş. ama cinsiyeti hiç önemli değil'
yanlış birşeyler var evet verilen cümlelerde ama önemli olan olay.
şu an yaptığım şey çok çirkin. travestileri ne yardım sever ayyyyy <3 gibi anlaşılabilir ama hayır bunu yapmaya çalışmıyorum. yapmaya çalıştığım yalnızca, bakın onlarda bizden. iyi de olabilirler kötü de. aynı havayı soluyorlar varlar it değiller insanlar düşüncelerini az da olsa dikte etmek.


ama sorun şu ki, insanı cinsel kimliğinden önce, insan olarak ele almadığımız sürece, erkekler 1. sınıf kadınlar 2. sınıf olmaya devam edilip bir 3. sınıf yaratılıp travestiler,geyler vs içine konulacacktır.


insanı insan olarak kabul etmeyi öğrenebilsek, belki bir gün, tek canlı insandır bakışımızdan kurtulup, çevremizde var olan hayvan bitki böcek vs lerin de , canlı olduğunu görebiliriz.

31 Ağustos 2010 Salı

hikaye

her şehrin bir hikayesi vardır derler, ama göremezler ki aslında alınan her nefesin hikayesidir o cümleleri oluşturan kelimeler.
birazz davudidir her soluk ve anlık kokar buram buram. kimisinde batılı bir elitist yatarken kimisinde ise uzanıp da sereserpe bir sedire devirilen bir cariye vardır.


ve geceye bağırır her kadının soluğu
'beni yıldızlara dokunduracak bir erkek lazım.'

19 Temmuz 2010 Pazartesi

kedi sahiplenmek



Aslında sahiplenmek kelimesini sevmiyorum zira kölemiz değil onlar bizim, belki de aynı yaşamı paylaşmak demek lazım ama terimdir kullanıyorum.
kedi ya da köpek alırken çılgın gibi paralar döküyor insanlar petshoplara ve üstüne üstlük hıt cinsi olsun bıt cinsi olsun diye de ayrım yapıyorlar. yazıktır. sokakta onda aç kedi köpek varken, yuva arayan, arabaların altında telef olan soğuktan donan hayvan varken, gösteriş uğruna kedi köpek almak hayvan severlik olmuyor biraaz.
ama siz kendinizi çok hayvan sever ilan edebilirsiniz evet , illa var olsun yok iran olsun illa pinçır şivava olsun diye gezerken.

neyse.
elbet benim gibi düşünen birileri de vardır diyerek gördüğüm bir ilanı paylaşmak istiyorum.


Tarçın Hayatında Zor Bir Dönemeçte

İki olasılık var: Ya doğduğunda gözlerinde problem vardı ya da daha sonra iltihap kaptı. Hangisi olursa olsun Tarçın sonuç olarak dünyanın ışığını artık geride bıraktı. Yine de şanslıydı, en azından şimdiye kadar çünkü bir insan onu kabul etmişti taa ki, uğursuz bir kaza kendisini kısmi felç bırakana kadar. Şimdi Tarçın hayatını ikinci zor dönemecine giriyor. Ya yeni ve sevgi dolu bir aile bulacak ya da barınağa gidecek... Siz onun bu dönemeci rahatlıkla atlatmasına yardım eder misiniz? Ona sahip çıkar ve sever misiniz?
Önemli Not: Tarçın kör bir pisi, ancak bu onun için bir engel teşkil etmiyor. Kum terbiyesine alışık olan oğlumuz 40 günlük ve muhteşem bir şekilde iz sürüyor.Tuvaleti geldiği zaman kumunu bulabiliyor eğer ki bulamazsa miyavlıyor. Henüz çok fazla oyun meraklısı değil. Koklayarak insanları buluyor ve güvendiği insanın kokusunda uyuyor. Gözleri dışında herhangi bir sağlık sorunu yok.
İletişim : 0537 377 11 01 Emrah İLHAN (Emrah İlhan)
E-Mail : earthling@hotmail.com.tr
Yer : İstanbul / Güngören



ek. şu anda ailemdeki bir kişide astım olduğu halde bir kedi besliyorum evde. eğer kendi evimde yaşıyor olsaydım durmadan fotoları ve haberi gördüğüm anda arayıp almıştım bu kediyi. biraz sağ duyu mu demeliyiz, yoksa biraz merhamet mi?

ilgilenen kişilere şimdiden çok teşekkürler.












dip not. bazen bir hayvanın sevgiyle ne kadar iyileşeceğini tahmin dahi edemezsiniz. şu an evimdeki kedi bok çukuruna düşüp çıkmış gibiydi. Sağolsun Odtü Biyolojik Bilimlerdeki arkadaşlarım ve kedinin tedavi masrafları için yardım eden diğer odtülü arkadaşlar ve Odtü İngilizce bölümü öğretim üyeleri sayesinde iyileşti benim kedim.
ve tedavi masraflarının dışında günde 3 kez antibiyotik yapılmaya gidiyordu. inanın zor değil. bazen yürüyerek bazen arabayla götürüyordum. o varken yanımda kilometrelerce yürüdüğüm derslere soktuğum oldu. babamın işten koşarak gelip ağzından iltihap ve kan boşanırken hayvanı veterinere yetiştirdiği oldu. ama şimdi görenler tanıyamıyor bu bizim boklu mu diyorlar.


gerçekten, bir canlıyı hayata döndürmek onun sevgisini hissetmek onu hayata tutundurmak mükemmel bir duygu.
yukarıdaki yavrucağı da lütfen dikkate alın. emin olun o bebeğin size ihtiyacı var.