26 Kasım 2009 Perşembe

YAŞAM HAKKINA SAYGI-KEDİYİ KESEN KIZ



www.yasamhakkinasaygi.com/dilekce/dilekce_detay.asp?id=216


insan dediğimiz canlının her şeyi mahvetmek eğilimi gün geçtikçe yapışkan bir irin gibi dünyayı sararken gözlerimizi kör etmiş sanıyorum. özentilikten ne yapacağımızı şaşırmış dolaşırken ortalıklarda her şeye de gözümüzü kapamış oturabiliyoruz. belki birçoklarınız daha önceden gördünüz bu linki ve açıklamayı ve belki de defalarca karşınıza çıktı yaşam hakkına saygı adı ile yollanan bu dilekçeler. bazen arkadaşınızla geyik yapmak bazen de sitelerden kız tavlamaya çalışmak işinize geldiği için kapadınız belki çoğu zaman açtığınız linki. şimdi bunu yapmayın bari arkadaşlar.
şimdi iki dakika durun ve düşünün. dünyada ve evrende yalnızca sizin nefes almadığınızı düşünün. çevrenizde yalnızca yolda yürürken karşınıza çıktığı için gördüğünüz ne kadar çok canlı olduğunu düşünün. bir fakire para verip ruhsal mastrubasyonunuzu yaparken, bazı geceler mazoşizminizden sokaktaki insanların soğuktan üşüdüğünü düşünüp ağlarken, dünya üzerinde artık yalnızca insan oğlunun soluk alıp vermediğinin farkındalığına erişin artık.

ve düşünün. zeka özürlü şu aptal kızın o kediyi çağırırken kedinin belki de yemek ve ya belki de sevgi istemi ile kıza mırıldanarak yaklaştığını ve karnına bıçak saplandığında hissettiği acıyı düşünün. ve ne kadar süre can çekişmiş olabileceğini düşünün hayvancağızın.
onun da canın olduğunun farkına varın. kızın yaptığının her hangi birini öldürmekten farksız olduğunu görün ve lütfen dilekçeyi imzalayın.

21 Ekim 2009 Çarşamba

hayvan sevgisi mi marka sevgisi mi?

- ay kedinin cinsi ne?
+siyam mıııı
-ben iran alıcam bir tane...

gibi sözler duymaktan tiksindim artık. cinsine göre kedi arayan bir sürü insan ve kendilerini hayvan sever ilan etmeleri. gerçekten çok rahatsız edici. sokakta ölmek üzere olan, hergün bir arabanın ya da bir köpeğin ya da bir sürü hastalığın açlığın vs nin yüzünden can çekişen acı çeken binlerce kedi, ve ona buna hava olsun diye petşoplarda küçücük kafeslere tıkılan zavallı cins kediler...
sokakta gördüğü kediye ıy diyip evinde siyam besleyen bir insan ne kadar hayvan sever olabilir bilmiyorum?!
bu hayvan sevgisi midir, yoksa marka sevgisi midir anlamıyorum...

kot pantolon giymeyi severim ama illa ki levis olucak.
zavallılar.




az önce kedigende gördüm....

bu zavallı kör kediye sahip arıyorlarmış. ilgilenen 'insan'lara duyurayım istedim. siz de bir kedi ile evini paylaşmak isteyen arkadaşlarınız olursa ve iletirseniz sevinirim.


0 533 442 70 76

gerekli bilgi burada olsa gerek.


ek olarak


bir de şöyle bir mesaj daha gördüm kedigen'de



Tarih: 15 Ekim 2009 09:01 Mesaj konusu: ACİL SOKAK KEDİSİ (LÜTFEN)
3'er aylık toplam 8 yavru kediyi sokak köpeklerinden kurtardım ama 4 tane yetişkin kedim ve özürlü bir oğlum var. Oğlumla onlara çok zor bakıyorum. Lütfen acele sahiplendirmezsem mecburen sokağa bırakacağım. Ankara Tel 0536 510 78 36

25 Eylül 2009 Cuma

sevmiştik'lerimiz

sevmiştiklerimizin gölgesinde yaşıyoruz
ilk duyduğumuz masala inanmak istercesine
ne zaman çıkarıldığımızı bilmeden
kendi masalımızdan
kaybetmeyi asla kabul edemeden
yok olmaya başlıyoruz
sevmiştik'lerimizin gölgesinde yaşıyoruz
önce ruhumuz çürüyor
korku dolu çığılıklarını etrafa saçarken
ve bir ölüm kokusu havada
iyice içimize çekiyoruz her sabah
ve gülümsemeye çalışıyoruz
yüzümüzün tüm çarpıklığı ile.
sevmiştik'lerimizin gölgesinde yaşıyoruz
kendimizden korkarcasına
kendimizi umulmadık bir durakta unutarak
bırakıp gittiğimiz ruhumuz soluyor sonra
ellerimiz tanımadığımız ellerin sıcaklığına alışık
ve terli bedenlerimizde yaşam buluyor
tüm kötülükler
ve biz kötülüklere tutunarak yaşıyoruz
sevmiştik'lerimizin gölgesinde yaşıyoruz
artık ne kadar az sevebildiğimizi inkar edercesine
bir beden sofrasında
herkesi yemeye çalışıyoruz
nice ruhlar içiyoruz
sevgiye karşı doyumsuzluğumuzla
ve ne kadar az tatminkarız
çünkü kendi masalımızdan ne zaman kovulduğumuzu bilemeden
yeni masalllara saldırıyoruz çoğu zaman
hep daha iyisini yazmak adına
ellerimiz kalem tutamayacak kadar çürükken
ve beynimiz öylesine erimiş.
sevmiştik'lerimizin gölgesinde yaşıyoruz
her yerde bir ten cümbüşü -öylesine arsız, çıplak
sıklıkla düşüyoruz
-ademin kovuluşu gibi
ve her kalkışımızda 'daha güçlü' dillerimizin ucunda
-oysa cennetten ne kadar uzakken dünya.
oysa, her yara iz bırakırken
ve alıp götürürken pürüzsüzlüğünü tenin
saflık beklemenin yalancılığı içinde
hep bir daha sını bekleyerek yaşıyoruz
ve zaman
kocaman bir çocuk
ellerinde ipler
bizleri oynatırken,
kahkahaları beyinlerimizi tırmalıyor.

ve sevmiştik'lerimizin gölgesinde yaşıyoruz
bir daha sevebiliriz inancıyla.
oysa bir kez ölenlerin
bir daha nefes almaya inançları kalmaz
utanmaz bir tavırla görmemezlikten geliyoruz.

21 Temmuz 2009 Salı

eti cin

mutluluk telefon numarasını kaybettiğiniz bir arkadaşınızın bir festivalde aniden karşınıza çıkıp size sarılması gibi bir duygu.
ya da en sevdiğiniz grupları canlı izlemek gibi...
ya da yolda sıcaktan bayılmış bir biçimde yürürken bir anda yağmur başlaması belki...
belki de 40 derecenin alnında asfaltta ayakkabınızın tabanları erirken önünüze konup size yan yan bakan karganın bakışlarındaki ifade...


ve belki de her izleyişimde beni gülümseten eticin reklamı.


gülebildiğimi bilip gözyaşlarımı hissetmekten :) ve belki sadece nefes almaktan daha güzel bir mutluluk yok...


yaşıyorum
yaşamayı seviyorum :)


festival şarkısı :
nine inch nails * hurt

festival cümlesi :
beneath the stains of time, the feelings disappears.

25 Haziran 2009 Perşembe

çocuk


küçükken kurduğum hayallerin hiç birinde büyümek yoktu diye başlar her kitabın başlangıcı içimdeki çocuksu merak isteği ile. oysa ki süslü anlatımlardan ve çocukluğa duyulan özlemden uzak, her çocuk gibi ben de büyümeyi istedim hep babamın başparmağıno dahi kavrayamazken ellerim. peter pan da der ya tek cümle, bir çocuğa asla büyüme dediğinde artık büyüyeceğini bilir gibisinden... tek bildiğim benim ki öyle de olmadı. abla silüetleri hatırlıyorum bana gülümseyen yanaklarımı seven ve hepsinin ne kadar güzel geldiğini hatırlıyorum. aslında herşey çok basittir bir çocuk için ya da belki benim için öyle idi. o büyüktü ben küçük ve bir an önce büyümek istiyordum, diğerlerinin yüzüne eğilip ay canım ne tatlısın sen demek için. çünkü sevildiğimde mutlu olduğumu hatırlıyorum ya da biliyorum belki daha uygun kelimedir, ve ben de bir an önce mutlu etmek istiyordum...
insan bebek arabasını hatırlar mı? ben hatırlıyorum. hatırlayamadıklarım ise yüzler. herşey silüet gibi geçmişe gömülen...
merak ettiğim ise, büyüyeceğini bilerek ya da bilmeyerek neden büyümek istemek ve büyüdükçe küçülmek istemek....
madem büyümek saflığı yitirmek, bunu bile bile neden inadına saflığı yitirmek...

oysa ki ölümse mesele sen kadar ben de, o bebek kadar o dede de nine de ölüme yakın...








ps. en sevdiğim fotoğraflarımdan
2007 senesinde kale gezisinde makinesini esirgemediği ve fotoğrafı editlediği için Emre Durmaz a teşekkürler....











11 Haziran 2009 Perşembe

hayaller

İnsanı yaşlandıran zaman değil.

Ya da belki dolaydı yoldan sadece. İnsanı yaşlandıran hayallerinin olmaması. Hayal kurmaması. Zaman geçip de büyüdükçe artık, eskiden başımı yastığa koyduğumda hayallerimi kurmadığımı farkettim. Her şey o kadar sıradanlaştı ki. 'yarın ne yaparım?' düşüncesi en fazla ya da hayattan isteklerin gecelere sunulması..
Kitap okurken akıllara gelen 'olmayacak' düşlerin geri planlara, olmayacakları bilindiği için gayri ihtiyari atılıyor olması.. Bir renksizlik... Her hayalin olmayacağını bilmekten kaynaklı bir düş kırılığı ve büyümüş olmanın farkındalığı ile yaşanan burukluk.
Çok sevdiği bir müziği dinlerken insanın düş kurmaya engel olma istedi, hayalleri aptalca bulma eğilimi...
Dediğim hayaller yalnızca geleceğe dairse rengi pembeden beyaza giden balonlar içersinde zihinlerimize sunulurlar ancak.. Oysa ben bunlara hayal demem bunlar isteklerimizdir. Hayal dediğin en olmayacak şeyi kurgulayıp kendine orada bir yer edinip yaşamaktır, yaşadığın hayattan çok uzaklarda. Her gün başka biri olabilme istediği hayal dediğim.

Oysa ki hayır. Ben hayallerimi olmayacakları gibi kurguladım dün gece ve gözlerimi - belki tarihte bile hiç olmamış olan - 14. yy İrlanda kraliçesi olarak kapadım gerçek hayatıma..

Komik mi?
Değil.
tek bildiğim güzel ve çocukça saf olduğu...









günün sözü:
severim ben seni candan içeri
yolum vardır bu erkandan içeri.
...
beni bende demen bende değilim
bir ben vardır bende benden içeri
...
Süleyman kuş dilini bilir dediler
Süleyman var Süleyman'dan içeri.
....
senin aşkın beni benden alıptır
ne şirin dert bu dermandan içeri...
-----------------
yunus emre.

9 Haziran 2009 Salı

giriş




uzak yollardan geldim. yorgun ruhumu dinlendirebileceğim bir yer aradım uzunca süre. bir dolu kalbe girdim çıktım kendimi tanımaya çalıştım dikkatlice. tam herşeyden vazgeçmiş kanatlanmak üzereyken tökezleyip omuzunun üzerine düşüverdim. bin yıllardır aradığım ruhumun yarısını bulduğum andı gözlerimden yaşların boşaldığı. usul usul sokuldun tenime, içime işledi sesin duruşun ve derimin içinde nefes alır oldun herşeyinde. usulca geceler boyu öptüğüm bedenin aslında kendimden başkası değildi. bin seneler öncesinden yitirdiğim gözlerine baktıkça kendimden başkasını göremiyordum. duruşun sesin tenin gözlerin burunun dudakların ellerin, farklı bir boyuttaki yanılsamalarımdan daha fazlası değildi. ruhumda bedenimde tenimde var olan tüm eksikleri tamamen kapadın, bana kendimi hatırlattın. lanetlenmiş bir biçimde bin senelerce kilometrelerce ötelerden gelen ruhumu huzura erdirdin sen benim.



hayallerimin eksik kalan kilit noktasıydın. rüyalarımda gördüğüm, usul usul gezindiğim patikalarda aradığımdın sen benim. seninle silindi tüm arayışlarım huzursuz dolanışları ruhumun. seninle dokunmaya başladım bedenime. seninle hissetmeye başladım bin senelik geçmişin izini barındıran küflü bir aşkı yeniden. seninle yeşerdi içimde rüzgarın tohumları. seninle çıkmaya başladı sesim. rüzgarı bedenimde seninle hissettim, ruhumu güneşin içinden ellerinle çekip çıkardın, esaretimi yok ettin...





peki ya şimdi neredesin ?







not: tamamlanmamıştır. gerçi bana sorulursa tamamlandı ama içimden bir ses tamamlanmadığını söylüyor inatla. ve hatta başlığı yarım yapacakken elime hakim olan bir güç giriş yap dedi istemsizce. sanki daha birşeyler var sanırım yazamadığım henüz. bakalım ne zamana... ve sanki bu herşeyin başlangıcı gibi.



randajad.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

ölmek için güzel bir gün


öldüğümde böyle güzel uyanıyım istedim sabah böyle huzurlu ve kocaman bir gülümsemeyle.
yeni yaşayacağım hayata doğru yol almak üzere gözlerimi kapadığımda yüzümde bu kocaman gülümseme olsun.
herkes de sevinsin istediğim.
tabi bir 80 yaşını geçmeliyim önce bunlar için.
:)

neyse derdimiz bu değil.
yazmak istedim.
içeride çok sevdiğim iki arkadaşım uyurken kedinin kafasını koynumda duyumsayarak uyandım.
güneş uyandırmaya çalıştıkça inatla uyudum ama sonunda kedinin yavşaklıklarına dayanamayıp açtım gözümü güzel bir güne.
inanılmaz süprizlerle dolu bugün de her gün gibi.


hayat kendi kötü şakalarına bile gülümseyenleri sever.
ben de onu severim ne getirirse getirsin...


what a wonderful world! :)

varlığım tüm varlığıma armağan olsun :))

29 Nisan 2009 Çarşamba

misket/bilye



az önce beyaz şekerli leblebi atıştırıyordum ders çalışmaya başlamadan önce.
birini koydum masanın üzerine diğerini aldım tek gözümü kapadım
 ve baş parmağımla fırlattım
tık... diye bir ses duydum...
gülümsedim kocaman.
sonra içimden bu parçayı dinlemek geldi. 
ve arkadaşlarım
a bi gün fizik çimlerinde misket oynayalım mı diye sormak geldi...
ama sorumu hazırladım bile..

misket oynayan elime mum diksin!!!

ve hatta üzerine de istediğimiz kadar beyaz leblebi ve şekerli beyaz leblebi yiyebiliriz.:)

belki sonra da hayali bir oyun oynarız :)
mesela, birimiz o çizgi filmlerde gördüğümüz kız olabiliriz istediğimizde uçabiliriz bazılarımız beyaz atına binip pamuk prensesi öpebilir ve hep beraber olup voltranı oluşturabiliriz...
:)


hhey!
ben uzun zamandır gözlerimi kapadığım
da kaçtığım patikaya gitmedim.
ziyaretin sırası belki de tam da bu gece yarısıdır ?
free hugsss:hug:

unutmadan,
miskete bakınca içindeki o kuşa benzeyen ya da belki bilmediğimiz ama aslında çok da iyi bildiğimiz ama hatırlayamadığımız bişeye benzeyen şekillerin nasıl da çekici geldiğini unutan var mı ki ? :)



27 Nisan 2009 Pazartesi

bir günün anlatısı







23. nisan. 2009 / perşembe....


donuk uyandığım garip sabahlardan biri olmasına rağmen pek de yakınmadım mucize anına kadar sabahleyin 9 - 10 saatleri arası dışında.
kah açıp kah kapayan havada yapmam gereken işe doğru uzakta indiğim otobüse söylenerek, aslında otobüse de diil anlamsızca kendime kızarak ilerledim bi 20 dakika.
ama neyse dedim sonra olur böyle şeyler tadını çıkar.
işim bittikten sonrasında ise,23 nisan ile unutkanlığımın birleşmesi sonucu odtüye gidip deney yapma umuduyla laba girdim.
eskiden odtü tatil olmaz idi sanki....
kös kös merdivenleri inip bölüm kapısına yürürken lab dönüşü, erdemi aramak geldi içimden.
kapalı ama soğuk olmayan bir havada amacım bir dost yüzü görmekten öte değildi.

-erdem neredesin?
+beşevler starbucks
-abi çıkıyorum bişe isticem senden beni 7. caddenin başından alabilir misin (bölüm kapısını açarım)
+alırım zeynep gel.
-HA SİKTİR YAĞMUR
+efendim?
-yok abi tamam geliyorum..

ve şimdi artık ,
bununla devam edelim :D

her ne kadar ben tüm gün piano versyonunu dinlemiş de olsam :)


bıdı bıdı bıdı yaparak bölüm merdivenlerini  çıktım
çıkarken bir buluta takıldım
donup kalmışım bulut beni aldı götürdü.
aa casper dedim kıkırdadım içten içe
buluta çok uzun süre baktım
o kadar hayalet renginde o kadar parlaktı ki kafama kazımak için uğraştım o sahneyi.
sonra erdemle ümitköye giderken dün, dinlediğimiz şarkı ile arabanın camından önümüze serilen gökyüzünü de kazımak istediğimi hatırlayıp, o anı da canlandırmak istedim ama bulut izin vermedi. gel dedi gel hadi.
kafamı yola çevirdim bi sağa mühendislikler tarafına baktım bi sola mimarlığa.
karşıya geçtim. müzik dinlesem dedim. sonra doğayı dinlesem dedim. :) bi anda kocaman enerji geldi içime taştı resmen.
keşke fotoğraf makinem yanımda olsaydı dedim sonra iyi ki yok dedim. olsaydı aldığım nefesi kaçırıcaktım yakalamak için kareleri.
hava nasıl güzelse sarı çiçeklerin yeşil içerisinde kendini göstermesi, yağmurun çisil çisil çizgi filmlerdeki gibi toprağa inmesi, odtü iyi ki tatil olmuş dediren sessizlik. ve ta ilerilerde el ele yağmurdan saklanan bir çiftin yürümesi...
sonra benim kendimi çift hissetmem..
kendimle bütünleşmem..
fizik yokuşunun alt tarafına geldim şöyle bir havayı içime çekip yürürken bir an duraksadım ve geri yürüdüm çıktığım yerden sonra koştum sonra çamura batıp çıkmaya başladım. çocuk parkındaki kocaman - neydi sahi onun adı - salıncaya bindim kediyi salıncağın ortasına koydum salıncağı sallamaya başladım. salıncak sallanırken üzerimdekileri çıkardım. önce montumu sonra hırkamı çıkardım kollarımı ve boynumu tümüyle yağmura adadım. ağzımdan burnumdan sular akarken, bir yandan da sallanırken, hemen cep telefonumdan pachelbel - canon in d majör ü açtım koydum cebime. onu dinledim yağmuru dinledim, hızlanan koca salıncakta kafamı arkama yaslayıp gökyüzünü izledim sonra ayağa kaltım kollarımı açtım. en ufak noktam bile kuru kalmayana kadar bunu yaptım. önce tenime düşen her damla beni titretirken bi yerden sonra ruhumu temizler oldu. kahkahalar attım. gerçekten bak. 
bi araba durdu fizik yokuşunda baktım içinde yaşlı bi amcayla teyze bana bakıyor gülerek. ben zaten gülüyordum göz göze geldik kadın mutlu oldu. ve gittiler. şarkı söyledim sonra kendimi bu bizim bildiğimiz normal salıncağa attım.
popom ıslandı. 
ve ben bunu bilerek yaptım.
hızlandım 
deli gibi hızladım 
kuşlara uzandım bi kaç kez ama çok uzaktı mesafe tutamadım.
ben de bağırdım hey kuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuşş buraya baaaak diye
sonra iyice hızlanıp ellerimi bıraktım 
ve dedim ki
ANNE BAK!
ELLERİMİ BIRAKTIM
SENİ DİNLEMİYORUM. :)
sonra korktum tuttum 
neden korktum bilemedim
aslında belki de korkmadım ama hızlanmam gerekiyordu 
sallanmam lazımdı
şarkı söyledim
kahkaha attım

o kuşa laf attığımı duyan olursa ne olur demedim
umurumda deildi.
tek düşündüğüm yeniden aşık olduğumu söyleyebilmekti 
ama insanlar bunu asla anlayamayacaktı çünkü aşık olduğum şey doğanın tam kendisiydi
içimdeki kızın ta kendisiydi
aldığım nefesti 
ve bana gözkırpan o buluttu.

yüzüme yağan yağmur sırtımdan esen rüzgardı
yemyeşil doğa kahverengi toprak ve sarı çiçeklerdi.
fizin arkasında kendimi çimlere atmak istedim
uzanıp yağmurun üzerime yağmasını beklemek
ciğerime kadar toprak ana olmak istedim ama bi anda vazgeçtim
ama şu an yapsaydım diyorum ve bir dahaki yağmura diyorum
sonra kütüphaneye yürüdüm
millet deli görmüş gibi bana bakıyordu niye ki diye düşündüm sonra kendime bi baktım her yerimden su akıyormuş
umurumda olmadı.
sonra kütüphane fizik arası yürüdüm bi an içime korku kaplandı
ben yaşamayı çok seviyorum şimdi biz ölünce bunları yaşayamayacağız diye
sonra dedim ki KORKMA ULAN HİÇ BİŞEYDEN dedim yine gülümsedim kocaman.

ıslık çalarak dansederek dolmuşa bindim ve starbucks...


mükemmel bir gündü.
mükemmel ötesi.




günün o anı algı şarkısı : http://fizy.com/s/123yh4

25 Nisan 2009 Cumartesi

zaman kokulu ucuz kitap


aslında bir ankaralı olarak, ankara'da sahaf var mı yok mu bilmemem hala garip ama kendimce bulduğum sahaflar var tabi benim de... elbette sahaf kültürü ile büyümüş bir istanbulluya göre bunlara ne kadar sahaf denirse... bunlardan biri konur sokakta kapı 7 barın olduğu binanın ya yanında ya kendisindedir. açıkcası sahaf olmaktan öte elindeki kitapları çıkarmaya çalışan bir ucuz kitap evi havası vardır bu yerde. ama yine de yıllanmış kitapların kokusunu içinize çektiğinizde ne 'fazlasıyla' verdiğiniz parayo gözünüz görür ne de aslında aradığınız bir çok kitabın burada olmamasını. ama buranın da güzelliği, her kitapçıda olduğu üzere, elinizi attığınızda hayatınızda hiç görmediğiniz ve orada o anda olup da o noktaya o anda bakmasaydınız bir daha belki asla göremeyeceğiniz kitaplarla karşılaşmanızdır.fakat belki sık gitmediğimden şahsına mğtaasıp amcanın sürekli eşşek saatine denk gelmemden kaynaklı sahibini çabuk sıkılgan ve kırılgan ve agresif olarak nitelendirebileceğim bu sahafımsıdan çabuk soğuduğumu belirtmeliyim.
geçelim.
geçenlerde nene hatun caddesinden aşağı bıraktım kendimi önce tunalı sonra olgunlara düştü yolum.olgunlardan geçerken bir anda ters yüz olup yine yürüdüğüm tüm adımları geri sayarak Bal'ı kedi kabına koyup kabı da arkadaşıma uzatarak kendimi bir anda üzerlerinde tanesi 3 lira 2 tanesi 5 lira yazan kitapların arasında kaybettim. yasin -belki de bana öyle geldi ama- bi ara dehşet içinde bakıyordu bana ve sanırım bu konuda ne kadar da aç gözlü olduğumu farketmiş olmalı. inanmak güç ama süper şeyler de vardı aralarında o kitapların. söz konusu kitap ve okumak olduğunda  dünyanın en ukala ve egomanyak insanı olabildiğimi keşfettim o gün mesela. 2 tane genç çocuk geldi ve biri şunu söyledi 'lan oğlum la. kitaplar 3 liraymış la...' dedi ve akabinde diyeri de 'bi skime benzemiolar ama hepsi boş...' dedi. o anda elimde hali hazırda 3 kitabı çoktan tutmuş olan ben, daha sonradan neden yaptığımı aslında çok iyi bildiğim ama keşke bilmeseydim dediğim bir bakışla çocukları süzüp devam ettim 4. kitabımı da aramaya... sıra 5. kitaba gelmişken yasin 'ya zeynep niye 5 e tamamlamaya çalışıyorsun anlamıyorum ki...' dedi. oysa ben 5 e tamamlamıyor kendimi kaybetmiş bir biçimde sapık gibi kitap almaya devam ediyordum. o an aklıma konu kitaplar olduğunda ne kadar bencil ve can sıkıcı bir insan olduğumu hatırlayıp neyse diyip cebimden sadece 10 tl çıkarıp 4 tane şahane kitaba sahip oldum...
sanırım olgunlardaki kitapçılar buna sahaf biçiminde yapmaktan çok ellerindeki saçma sapan kitapları çıkarmak olarak bakıyorlar ama farkında olmadan ya da olarak çok güzel bir sahaf hizmeti sunduklarını belirtmek isterim. hele hele benim gibi bir kitabın sıfırına 10 lira vericeğime ikinci üçüncü eline 10 lira veririm, zamanı koklar anılara sahip çıkarım gibi saçma sapan takıntılarınız varsa olgunlar sizin için kaçırılmaz bir nimet.

:)
aldığım kitapları da hemen aşağı not edip, keyifli bir cumartesi diliyorum.

1. jack london - uçurum insanları
2. steinbeck - cennet çayırları 
3. gürsel - tarih boyunca türk - rus ilişkileri
4. preti - gençlik gençlik...

4. kitap faşist italyayı anlatıyor ve ilgimi çok çekti sanırım bu yüzden ilk ondan başlıyorum.

bir de tavsiye vericem.
lütfen okuduğunuz kitapları bir yere not edin ve zaman zaman açıp bunlara bakın ve hatırlamadıklarınızı ve sevdiğinizi düşündüklerinizi zaman zaman geri okuyun. eğer bunu yapmazsanız benim gibi 1. ve 2. sıradaki kitapları okumuş olmam lazım benim ama okumadım gibi ikilemlerle boğuşmaya başlarsınız...


sevgiyle ve güneşle ve umutla
:)


günün ve günlerin sözü

fly to who you are. =)


:) izlenmeli... <3>



2 Mart 2009 Pazartesi

gençlik-sistem üzerine düşünler

Müslüman bir ailede büyüdüm. Dedem zamanın DP sinin iyi bir yerinde, Menderes görüşlerine sahip bir adammış ve ben hatırlarım herkes namazında niyazındaydı hep. Ve hatta beni büyüten de çoğunlukla Anneannem ve Dedemdir. Hiç bir zaman için ağızlarından Hristiyanlıkla ya da diğer dinlerle ilgili saçma sapan söylemler duyduğumu hatırlamam, aynen islam içindeki diğer mezhepler için duymadığım gibi. Bana söylenen son kitabın Kur'an son peygamberin Hz. Muhammed olduğu ancak diğer kitaplarında aslında özünde Kur'an olduğu ve diğer peygamberlere de inandığımızdı. Biz Hz. Muhammedi çok severdik ama Hz. İsa'yı da Hz.Davud u da Hz. Musa'yı da severdik. Anneannem arapça dua ederdi, bizim evde duanın arapçasının yanında annem bana Türkçe'sini de öğretirdi. İlkokul öğretmenin teyzemdi. Asla duaları Arapçalarıyla okumayın yalnızca derdi. Türkçesini de bilin ne demek istediğini anlayın derdi. Benim ailem de, DP kökenli bir anne tarafım olduğu ve anne tarafı ile bağlarım daha kuvvetli olduğu halde asla Hristiyanlığa kara çalınmadı, bir Hristiyana yazık denmedi. Ve küçükken bana babam da annem de ileride islam hakkında Kur'an ı okumadan fikir sahibi olamayacağımı ve İncili ve diğer kitapları da okusam iyi olcağını çünkü yoksa tek bir bakış açısına sahip olacağımı söylediler. Küçüktüm. 7 ya da 8 yaşlarındaydım. İncili alıp çantamda taşımaya başladığımda, bu denilenleri unutmuş acaba annem kızar mı korkusuyla koca kızken, saklama derdi güdüyordum. Yerde kitaplarımın altında duruyordu. Bir gün uyandığımda Dua kitabımla İncil'imi annem almış tozunu gidermiş ve masamın üzerine koymuştu. Sonra bir ara gelip kızım kitaplarına öyle muamele etmezsin saygılı olsana İncil'e dedi. Sonra bu 7 ve ya 8 yaşında onlardan duyduğum cümleleri kafamdan uydurmadığımı ve hatırladığımın doğru olduğunu anladım. Neyse. Ben bu kadar DPli bir aileden gelip de bu görüşlere sahip olabildiysem, - her ne kadar anne ve babam sol görüş mensubu olsalar da - bu hergün gördüğümüz aşağıda örneğini vericeğim insanlar nasıl ailelerden gelmekteler anlamıyorum.

Dün İncil okurken, bir pazar günü bir Kiliseye gidip vaaz dinlemek istediğime karar verdim ve bunu Orhan diye bir arkadaşımla paylaşıp, bildiği bir kilise olup olmadığını sordum ancak o da bana kendisinin ankarada bir Ortodoks kilisesi aradığını ama bir türlü bulamadığını söyledi. bunun üzerine öğrenci yoğunluğunun bol olması, odtü dışında diğer üniversitelere de açılarak çok enternasyonel (!) bir yapıya bürünen hocam.com da bu sorunu dile getireyim mutlaka bilen birileri olucaktır dedim. Ancak aldığım tepkiler sanki annelerine hakaret etmişim gibiydi. Sorduğum şey sadece Ankara'da bir kilise bulup bulamayacağımken, Hristiyanlıkla suçlan(!!!)dım, paragöz oldum, provakatör - misyoner - mason oldum, dönek ve cahil oldum. Ve üstüne üstlük bir kişi benim tekke ve zaviyelere karşı duruşumu müslüman değil hristiyan olmama bağladı. Oysa ki Hristiyan değilim. Dehşet içerisinde dedim ki, bu ülkede din özgürlüğü asla yok ve Ateist olmak Hristiyan olmaktan daha olumlu karşılanıyor daha normal karşılanıyor. Zira trajik olan durum şu ki, ben bu soruyu köy kahvesinde dillendirmedim * ki o insanların daha ılımlı olduklarını * en azından Datça köyceğiz taraflarındakilerin * biliyorum. Bu soruma bu kadar çirkin cevaplarla ve bir din mensubu olmayı suç görürcesine üzerime gelenler Üniversite Gençliği idi. Ya ben herhangi birine sordum dedim bu soruyu ya da üniversite gençliği çoktan 'herhangibiri'leri haline getirilmiş.
Sonrasında düşündüm ve çok geniş açıdan bakılınca şöyle bir durum olduğunu düşünüyorum.

Bu durumun iki temel nedeni olabilir.
1. Özal ve takımının arzuladığı politikadan uzaklaştırılmış ya da tek örnek politize edilmiş gençlik
2. Açılan eğitimi eksik onlarca üniversitenin , üniversite gençliğini herhangibirileştirmesi

Aslında ya biri ya da diğeri denilemez. Zira durum sırf diploma vermek üzere açılan boş üniversitelerle ilgili olsa, bu tip adamlar ODTÜ - Hacettepe - Siyasal Bilimler - İÜ Hukuk gibi köklü ve bir döneme oynamış köklü üniversitelerde var olmazlardı. O zaman şimdite kadar gelinen yolda ikinci madde etkisini yok sayabiliriz şimdilik - etkisi bolca var olduğu ve ileride kendisini çok daha fazla hissettireceği ve güçleneceği halde. Ve ele alınması gereken durum aslında birinci maddenin ortaya çıkardığı yok ediş politikası. Zira bilinçli bir gençlik uyanık toplumu getirir. bunun için Türkiye yakın tarihine bakmak ve Dünyadaki 68 hareketini -yüzeysel bile olsa- incelemek yeterli olucaktır. Türkiye siyasal tarihini 68 lerden ve hatta 60 lardan başlayıp 1980 lere kadar incelersek ve 1980 sonrası türkiye siyasal tarihi ile kıyaslayıp, iki siyasal evrenin de ortaya çıkardığı kültürel etkilere ve topluluklara bakarsak, bu durumu rahatlıkla görebileceğimizden eminim. Ve her ne kadar klişe sözler de olsa bunlar, bilincli bir halk kitlesi dış kuvvetlerin hiç hoşuna gitmemekte

Bu durumu yıkmak için önümüze sunulan çare düşünmek gibi gözüküyor ama nasıl bir düşünmektir bu?

Bence temelde iki tip düşünüş var olmakta
1. si salt düşünü içinde barındıran 
2. si ise salt düşün artı analiz kavramını içinde barındıran düşünüştür.

Bizim gençlerimize empoze edilen birinci tip düşünüşü edinmeleridir. Aslında bu bile verilen değil, gençler tarafından alınan bir hakmış gibi gösterilmektedir ancak bunun bu şekilde gösterilmesi ve saklı gizli verilmesi tamamen politik bir oyundan ötesi değildir bence. Çünkü , olayları olduğu gibi anlatmayı düşünüş sanan gençliğin bu düşünüşü elde etmesi, düşünebilen diye adlandırılan, oysa ki analiz ve empati yeteneğinden yoksun bir düşünüşe sahip olduğu için rahatlıkla belirli siyasi fikirlerin empozasyonu sonucunda bir görüşe sahip ve militan bir gençliğin oluşturularak kolay yönetilir bir halk -kitle değil artık - tebaası oluşturulmasına yarayacağı için, devlet eli ile gençlere sunulan bir özgürlükmüşcesine gizli amaçlar güderek verilmektedir ve yönetimi kolaylaştırmak adına iki tarafı da tatmin etmektedir. Bir taraf düşünebildiğini düşünerek mutlu olur kendini yeterli hissederken, devlet de kendisini olabildiğince özgür adlerek demokrasi naralarını rahatlıkla atabilmektedir. 

Diğer bir düşünüş biçimi olan ikinci tip düşünüşte ise salt düşünce artı analiz birleşmektedir. Zaten düşünleri fikire çeviren olgu da düşünüşün içersinde var olan analiz edebilme yeteneğidir. Bu düşünüşte kah doğuştan getirilen genetik yetilerce elde edilen ya da kah farkındalığı kendisinde yada ailesinde olan bir kısım gençlik var. Bu kişiler dediğimiz gibi ya genetik şanslılık dolayısı ile, devletin tabi ettiği düşünüşten daha ileri bir düşünüş tarzına sahip olmaktalar ya da aile ve ya kendi farkındalıkları dolayısı ile. Asıl yönlendirme, yorumlama, empati kurabilme yeteneği olan bu gençlik de ne yazık ki son 10 ve ya 15 senenin ve daha öncesinin Türkiye'sinde eriyip gitmiş ve var olanlar ve olacaklar ise bu sistem içersinde eriyip gidicek olmaya mahkum bırakılmışlardır. 

Çünkü en geniş açıdan bakıldğında, belli bir kesimde üniversite gençliğinden akademik başarı beklenirken bu gençlerin  bu tip konulara uzak kalması sağlanırken, diğer bir kesimde de bu tip gençliğe diploma uğuruna dayatılan boş eğitim veren kişi ve kuruluşların, gençliğin boşluktan rahatlamaya oradan tembellik ve sonunda çıkışı çok zor olan rehavete itilmesi yoluya bu konuların dışında bırakılması ve böylece elenmeleri durumu söz konusudur.


Sonuç olarak bakıldığında;

Aslında hep eleştrilen eğitim sisteminin kodamanların isteği doğrultusunda son 15-20 senedir o kadar tıkırında, sistemli ve istikrarlı gittiğini görmek zor değildir. Bunun için azıcık dinlemek, bolca okumak ve sıkça okumak temel anlamda bir fikre ya da düşüne sahip olmak için yeterlidir sanıyorum.

Bağımsızlığa karşı bu kadar , bağımlı olmak adına savaş veren bu devlet, bu istikrarı Deniz'leri Mahir'leri öldürmek, yok etmek ya da var olan sistem içerisinde elemek ve susturmak için değil de, bu insanları birkez olsun dinlemek, var olmalarına yardımcı olmak, konuşmalarına şans vermek, fikirlerine ne olursa olsun saygı göstermek için gösterseydi, evet bugün hayali ve yalnızca egolarımızı tatmin etmek için yalanlarına kendimizi inandırdığımız medya senaryolarda değil ama şimdiki olası zamanda Ortadoğu'da güçlü ve "Bağımsız" bir Türkiye olurduk.

24 Şubat 2009 Salı

roma tatili <3


1953 yılı orjinal adı Roman Holiday olan, siyah beyaz amerikan yapımı oscarlı bir film. senaristi Dalton Trumbo olmakla beraber 118 dk boyunca sıkılmadan izlenebilicek nitelikte bir romantik komedi.
aslında ben pek sevmem romantik komedileri. :) boşa vakit kaybı gibi gelir ama konu audrey hep burn olunca her şeye katlanabilirim sanırım. neyse :) romantik komedi diyip geçmemek lazım tabi. bu hali ile beni sabaha karşı saat 4 te ağlar konuma sokmayı becerebilen romantik komedilerden kendisi. üstelik Hepburn' e en iyi kadın oyuncu oscarını aldıran film olma özelliği de beni özellikle cezbetmekte. En iyi kadın oyuncunun yanı sıra film aynı zamanda artı 2 oscar daha almış, ki bunlardan biri en iyi kostüm ile Edith Head e diğeri de en iyi yazar (senaryo) olarak Dalton Trumbo' ya gitmiş. Hepburn'den sonra filmdeki oyunculuğunu ciddi anlamda takdir ettiğim ikinci kişi ise, elbette ki erkek başrolü elinde tutan Gregory Peck. Beyfendiimiz role resmen bürünmüş herşeyi ile . ukalalık bilgiçlik mimikler üç kağıtçılık. kendisine hayran kaldım.
ha bir de ekşi sözlüğü kurcalardan dikkatimi çekti :) Bizim Türkiye'liler bir de bu filmin türkçesini çekmiş :) filiz akın ve kartal tibet oynuyormuş sanırım adı da istanbul tatili imiş. bi güldüm ama sonradan neden Hülya Koçyiğit dururken filiz akını oynattıklarını çözemedim.
Sahiden,
ne kadar çok benziyor Hülya Koçyiğit Audrey Hepburn'e?



17 Şubat 2009 Salı

aşk acısına çözümlemeler

dinle bi ilk önce buna tıkla da dinlemeye başla.aşk ne anlarsın o zaman.

insanları anlamakta zorluk çekiyordum. ben de aşık oldum ben de üzüldüm hatta delirdiğim de oldu şu yaşıma gelene kadar. aniden pat diye uykuya dalışlarım bayılışlarım uyuduğum yerde uykuda ağlama krizlerine girişlerim, tekme tokatla o krizden uyandırılışlarım da oldu.
LAN.
ben de sevdim.
ben de sevdiğim adamla yaşadığım aşkı dünyanın merkezi sandım çoğu zaman.
ama oh şit anti depresan demedim.
çünkü dediğim zaman 1. haftadan sonra hiç bir şeyin değişmediğini gördüm fırlattım attım denize gitti.
(evet denizi kirlettim.)
geri döndüğümde ilaçlar nasıl etkiledi diyince insanlar ah evet aldım hepsini süperim dedim eve geldim anıra anıra ağladım.
sonra yine zayıf düştüm gittim yine ilaca sarıldım sonra 3. günde
LAAN?!
dedim ne yapıyorum. kocaman bir korkaktan öte biri değilmişim ben. acıyı yaşadım daha fazlasından korkuyorum dedim.
nefes aldığımda koku duymayı unutmuşum.
kocaman aylar geçmiş hala aynı anda oturup kalmışım.
böyle olmaz dedim yine fırlattım attım.
deli miyim.
neden dibine kadar yaşamaktan korktum dedim kendime.
dibin olmadığını anladığımda ilaca sarıldığımı farkettim. her dibin sonsuzluğuna ilerlediğimi farkettiğimde de yok olmak istemediğimi farkedip ilacı fırlattığımı.
AH BİR BİYOLOG OLARAK SEN NE HAKLA BIRAKIRSIN KAFANA GÖRE İLACI diyen doktoruma burdan nanik çekebilmeyi çok isterdim, şu an mesela.
yada daha öncesine, her canım acıdığında pasifloraya sarılırdım. çok da severim hala ama dur dedim zeynep kendine dur de.
napıyorsun. sigaradan farkı ne. bir çeşit bağımlılık değil mi?
AĞBİ AĞLİCAM Bİ SİGARA VERSENE BE.
peki al zıkkım iç.
keyif için değil zayıflığını kapamak için iç
geber.

ne gerek var.
şşş la;) Sana birini bulak unutursun mantığındaki her insanında zihninin orta yerine kaka yapasım var mesela.
ne bu?
şimdi bu aşk mı ?
ya sevemezsem diye birilerini harcamak mı?
hayır seviyorsun abi.
ben sevdim.
yine acıyor canım ama çaktırmıyorum. :) daha büyümek belki bu uslübunu bilmek acı çekmenin
hala özlediğim biri var
hala sevdiğim ama görüşmediğim
varsın olsun dedim en son.
yan yana birb irimizi yıpratmaktan öte yaptığımız birşey yok.
ben iyiyim böyle severim uzaktan dedim.
seviyorum.
napalım acı çekmekten kaçmak için insanları mı yıpratalık,
acı çekmekten kaçmak için ilaçlara sarılıp vucudumuzu mu yıkalım...


hayatın sadece zevk almak yönünde olduğuna inanan hedonistleri biraz büyümüş popomla selamlıyorum. ve ne gerek var diyorum. sizin anladığınız anlamda zevk sizin anladığınız anlamda mutluluk adına yaşamak, üzücek üzüleceğiniz herşeyden kaçmak zavallılıktan ötesi değildir.

HAYAT LAN.
bir daha mı geliceksin?
elbette geliceksin ama bu hayat olmayacak geliceğin.
en ince tadına vararak yaşasana .
kaçmasana acısından da üzüntüsünden de.
çok hedonistsen bundan da tat çıkarsana.



içinden sayıklasana seni duymadığını bile bile duyucağından emin
SEVSENE BENİ diye


sevsene beni lan!
desene
sürekli
seni seviyorum desene duymayacağını bile bile içinden, ama bileceğinden emin
SENİ SEVİYORUM LAN.
desene.
bir gece kolunun birini yana açıp ona sarılıp uyusana.


bu kadar mı ucuz sizin aşklarınız ilaçlara satılıcak kadar.

aşk diyorsan adına bi dibi görsene...
sonra konuşsana.


öf.
kaçmayın bi.
hayat o kadar unutkan ki.
siz ben unutmicam acı çekcem deseniz bile silip atıyor herşeyi tarihin tozlu sayfalarına. dalga geçmiyorum...

ha silemedi mi?

GİT LAN O ZAMAN.
DE Kİ ABLA / ABİ UNUTAMADIM BEN SENİ.
Bİ EL AT DA BERABER ÇIKALIM ŞU CEHENNEM HAYATINDAN
SEVİYORUM SENİ
falan de.
ne biliyim



ama kendini aşağılama. yok etme. zehirleme.
tadını çıkar her anın.






günün şarkısı - astor piazzolla & yo yo ma - libertango

15 Şubat 2009 Pazar

iki kitap bir bot bir de aptal kuş


dakikalardır elimi yazmak için klavyeye her uzatışımda cik cuk cuk diye öksürük krizine giren aptal bir kuş evet. şakir. sinir etti beni panik oluyorum elim ayağım titriyor. yemek yemeği bir türlü öğrenemedi kaç senedir. sürekli bir yerlerine kaçırıyor. al işte şimdi de kapşonuma tünedi. neyse. biz kitaplarımıza geçelim.




efenim ilk kitabımız platon-seçmeler.


bu kitapla beraber benim sokrata aşık olmam yine yeni yeniden. kesinlikle okunması gerektiğini savunduğum insanın ufkunu geliştiren bir kitap. hem sonuna sokratesin savunmasını da koymuşlar :) en büyük seçme olarak. ve ben tekrar okuduğumda olayları daha geniş görebildiğimi farkettim. iyi olur efendim okuyunuz...





gelelim korshunova - felsefe nedir e

diyalektik materyalizmi savunduğunu düşündüğüm marksist bir filozof. felsefik temellerin açılımları tanımları farkları çok güzel verilmiş kitapta. örnekler net ve yalın bir dille anlatılmış. bir paragraflık cümlelere pek rastlamıyoruz ya da ben dikkat etmedim. tam not alına alına okunucak kitaplardan. okuyorsunuz dili de akıcı olduğu için çok okudum sanıyorsunuz bir bakıyorsunuz 7 sayfa olmuş ancak oysa ki siz 20 sayfa okuduğunuzu düşünüyorsunuzdur. bilgiler o kadar sık ama rahat verilmiş kitapta. temellendirme açısından kitabımızı çok takdir ettim tavsiye de ediyorum.



botumuza gelelim.
her giyip dışarı çıktığımda arkadaşlarımın aa yooo hayıııığğğrr diye tepki gösterdiği yağmur botlarım iki gündür hayatımı kurtarmaktalar. onu da anlamam ama hadi anladım diyelim kızılayda kocaman kocaman göllerin oluşmasını, yaya yollarında dahi; peki ankamall civarında bildiğin giriş yolu üzerinde bile bu göller ne arıyor. sizin ayaklarınız cambul cumbul su ve çamur olurken benim ayaklarım daimi kuru falan. bilmem farkında mısınız?
herkese tavsiye ediyorum efendim kullanılabilirlik açısından.
hayatımın en doğru kararı imiş o botları gördüğüm anda istiyorum diyip cebimdeki son kuruşa kadar bu botlara yatırmam. (tabi sadece bu botlara değil o arada bi çok şey geçti o kasadan benim poşetime ama.. neyse )


ve son olarak toyiki mi toykiki mi ne bir şey olmuş toy'r us lar. ne biliyim. zorla soktum erdemi kendim de girdim. dayanamam pek öyle yerlerin önünden geçerken, bakmadan bişeyler almadan uzaklaşmaya. en son kendime 5 ytl ayırdım burdan 5 ytl civarında bişey almadan çıkmam derken üzerinde kocaman bir zürafa deseni olan yastık bana göz kırptı. aynı reyondaki yastıklarımız daha pahalı olmasına rağmen üzerinde fiyat yazmayan yastığımızı kasaya okuttuğumda ufak bir çığılık atmama neden oldu :) sevinçten kendisi.
ne için mi?
efendim kütüphane sever bir insan olarak ve kırmızı koltuklarda ölene kadar kitap okumayı dünyanın en huzur dolu işi adleden biri olarak, elbetteki peluş köpeğim süt ten sonra bir yastık beni nasıl rahatlatıcak anlatamam. sütü göbeğime yastığı kafamın altına koyarak her gün 1 saat kitap okumak beni artık tüm stresslerimden arındırıcak.
:)




ek: dünya üzerinde bu kadar çok idiyot olduğunu bilmezdim. eskiden ben de öyleydim. oh may gudnıss bu gun sevgililer günü çok önemli yılbaşı beş önemli falan derdim. insanlara gülünce bu 'sevgililer günü'nde büyüdüğümü anladım. birbirlerini yediler. sen beni aramadın sen aradın yok geç aradın erken aradın görüşemedik görüştük diye. abi ayıp. bence sevgililer gününü insanlar ayrılsın zina olmasın diye akp çıkarmalıydı. o kadar çok insan ayrıldı ki. -eh facebook da bi nevi dedikodu ve merak tatmini. yoksa mini feed nedir di mi?- yani yazık acıdım. insanlar birbirlerini kırdılar. ağır kelamlar ettiler. gerek yok. uygun ise buluşursunuz değilse boşverin. birbirinizi sevgililer günü için mi seviyorsunuz daha mı değerli geliyorsunuz birbirinize o günde? öyleyse yazık. gerçekten. çünkü seven adama her gün sevgililer günü - yüklenen anlamla-
herkese her gün sevgililer günü yılbaşı her gün her gün doğuyoruz lan.
:)
yazık.



ha bir de o kadar insan öldü ne yılbaşısı ne eğlencesi diyen bi çok insanın bi kız kendisine versin bi erkek kendisini sevsin diye gidip israil mallarına parayı yatırma ihtimalinin ironik olasılığını düşündükçe daha da bir gülüyorum :)
ayrı bi idiyot da benim tabi :)
sçs jnmss kib <3 :p~~
falan.




günün şarkısı : ilhan irem - don kişot
şu an dinlediğim şarkı : bülent ortaçgil - yağmur




dışarıda inanılmaz tatlı bir kar var... :)

6 Şubat 2009 Cuma

bilmediğim

başka türlü birşey benim istediğim
senden biraz farklı
ruhunla aynı
senden biraz kısa egosu az
senden biraz büyük sevgisi çok
başka türlü biri benim istediğim
ne senin gibi çok yalan
ne de varlığın kadar çok gerçek
ne senin gibi çok sevdiğim
ne de senden az özlediğim
ne senin gibi yokluğu farketmeyen
ne de senin gibi varlığını yitirdiğim

başka türlü birşey benim istediğim
nasıl derler
en güzel sözlerle başlayıp en anlamlı küfürlerle bitirdiğim
sessizce beline dolanmışken boynundan derin derin içime çektiğim
dudaklarından öperken çekip çat diye gidebildiğim
uzak diyarlara özgü
içinde çaktırmadan acı dolu
senden çok uzak ama seninle bir o kadar aynı
tarifsiz kalınan anların tanımı
bambaşka biri benim istediğim.
ne bu kadar çok bildiğim
ne senden az bilmediğim
ve sen kadar ben olan
ne de aslında bu kadar benden farklı olan.


Ve
ne sensin aslında benim istediğim
ne de senden bir harf farklı biri...






31 Ocak 2009 Cumartesi

havuç bağımlısı olmak

gerçkenten bu aralar limon ve havuça ciddi bir biçimde bağımlılığım oldu. rüyamda bile yemek yerine domates sonrasında havuç yiyordum. sebze takıntılarım had safhada. yazın bir döneme girip hiç et yiyememiştim, kokusunu duyunca bile midem bulanıyordu. o zaman da buna ön hazırlık tamamen meyveyle bozmuştum kafamı. çünkü yazın üzüm yiyebiliyordum :) günlerce üzüm ve peynirle beslendiğimi bilirim. ah bi de çay... çay tutkum bambaşka bir hal aldı. onu geçelim..

konumuz havuç...
iki üç gün önce senelerdir yazdığım bir günlük sitesine aldığım kiloları nasıl vereceğime dair bir program yazmıştım. eh zor tabi bir haftada 6 kilo aldığını kabullenmek.. gerçi tartılmadım ama 6 diyorsam 6 dır :) niye 7 gelmiyor içimden...
neyse.
işte 'havuç yemek' eylemi içinde geçen günceme bir arkadaşım havuç yeme kilo alırsın salatalık yemelisin gibisinden bir not yazmış. ve bir bilgilendirme sitesi yollamış ben inanmayınca. sizle de paylaşayım dedim :)


http://www.turkcebilgi.net/yemek-icmek/besinler-ve-ozellikleri/havuc-24644.html



mutlaka okumanız gereken bir bilgi. özellikle yararları kısmını okuduktan sonra dedim ki, aman yemişim kalorisini daha çok havuç yemeliyim :)


sevgiler.

29 Ocak 2009 Perşembe

teşekkür edebilmek

zor da olsa farketmek, bilinebilicek en güzel duyguların eyleme dökülmüş halidir teşekkür edebilmek. içinde kini kinayeyi nefreti iğnelemeyi barındırmadığında ve içten gelen bir olgu olduğunda gerçekten teşekkür edebilmektir, insanı yücelten. size ne yapmış olursa olsun, hayatınıza girmiş olan ya da uzaktan etkisi olan bir düşmana bile teşekkür edebildiğinizde büyüdüğünüzü farkediyorsunuz. bu büyümek ne içinizdeki çocuğu kaybetmek anlamına geliyor ne de saflığınızdan bir şey yitirmek. aksine o kadar büyüyorsunuz ki, içinizde var olan o saf çocuğa yeniden dönüşünüz oluyor bu. kızgınlığınız dindiğinde gözünüzdeki perde indiğinde, tekrar o çocuk gözlerle hayata baktığınızda, size öğretilenler ve verilen farkındalıklar için tanrıya şükrettiğinizde, zaten tanrının özünü içinde barındıran o insanlara da bir teşekkürü borç biliyorsunuz. ne kırgınlık olmalı kırılmışlıklarınızdan kalan, ne yorgunluk ne bıkkınlık yıkılmışlıklarınızdan kalan...
ne zaman ki, gözlerinizi kapatıp pembe beyaz bulutlar üzerine inmemek üzere çıktığınızda, zamanı gelmiş demektir. geçmişinizde sizi yıkan kıran param parça eden insanlara karşı nötr olduğunuz halde yaptığınız her hatayı pembe ve yeşil renklercesine kabul edebiliyorsanız, ve kendinize kızmaktan vazgeçtiyseniz, karşınızdakine kızmayı çoktan terkettiyseniz, o zaman gözleriniz açılıyor ve minik bir tesbih böceğinin bile size verdiği birşeyler olduğunu görebiliyorsunuz. işte o zaman içinizde yoğunlaşmış bir haykırış şeklinde teşekkür ederim demek isteği beliriyor.
en saf duyguların söze dökülmüş hallerinden biridir teşekkür etmek. sevdiğinize değil, sevmediklerinize de teşekkür etmeniz isteği içinize dolduğunda sevmediğiniz kimsenin olmadığının farkındalığıdır teşekkür etmek.
tanrısal enerjiye ve evrene şükretmenin, insan - hayvan- doğa bazında indirgenmişidir o.
o zaman, sadece kendinizi iyi göstermek için etmeyin teşekkür. gerçekten o seviyeye eriştiğinize inandığınızda edin ki, kendinize de yalan söyleyerek enerjinizi çakralarınızı kendinizi kirletmeyin. çünkü en aşşalık olan odur ki, insanın kendisine yalan söyleyip duygularını red ederek başka biri olmaya çalışması....



sevgiyle kalın..
ve tanıdığım tanımadığım banabir zamanlar zarar verdiğini düşündüğüm ve ya düşünmediğim herkese teşekkürler...


içiniz aklandığında, siyahtan beyaza geçen pusları da araladığınızda görürsünüz ki çünkü; aslında size zarar verdiğini düşündüğünüz insanlardan bile zarardan çok uzak öğrendiğiniz şeyler hep olmuştur....


günün şarkısı : pure moods * inner peace
günün sözü : japon atasözü * dağ dağ bulut (ilk duyduğumda çok güldüğüm düşündükçe anlamlı gelen nasıl yorumlandığını araştırıp öğrenince de iyice anlamlı bulduğum bir söz. lütfen vaktiniz varsa biraz üzerine düşünüp araştırın)

22 Ocak 2009 Perşembe

bir delinin günlüğü

eskiden çok koku duyardım. her anın bir kokusu vardı. olmadık yerlerde hiç olmadık kokular duyar gözlerimi kapatır senelerce gördüğüm rüyalar aleminin bana bahşettiği hayali duvarlara hapsederdim kendimi...
hatırlarım bir patika vardı çözülmeyi bekleyen. upuzun... en net hatırladığım ve hala gözlerimi kapattığımda hissettiğim o patika. ne o kocaman duvarlı evlerden eser var, ne de kıyısında dolaşıp çiçekler topladığım dereden eser var. ufacık bilinçaltımın yarattığı o sabit sahnelere izinsizce kendimden bile izin almadan bir kişiyi soktuğum için mi yitirdim o zamanların kokusunu, yoksa o anılardan kurtulmam için zaten çoktan o insanı oralara götürmem mi gerekiyormuş bilemiyorum. şimdilerde gözlerimi kapadığımda o dere kenarına gitmek istemediğim hiç bir şekilde. nedendir bilinmez aynı kişiyi beni hala içine çeken yer olan patikaya da götürdüğüm halde patika hala pırıl pırıl tüm kokusu ve canlılığı ile içimde parlıyor.
bu aralar bana olan kulaklarımda ezbere bildiğim, söyleyerek uyandığım ama bir dakika sonra sözleri öncelikli olmak üzere ezgisini de tamamen unuttuğum bir şarkı. delilik belirtileri diye bakıcam ama o kadar güzel ki, söyleyerek mırıldanarak anlamını bilerek gözlerimi açıyorum ve daha yataktan kalkmadan uçup gitmiş oluyor hafızamdan. öyle ki, gün içinde ah ben bugun bir şarkı söylüyordum sanki diye çok sonraları hatırlıyorum. şarkının sözlerinin anlamı çok güzel olmalı, ne zaman dilimde o ezgiyle uyansam dünyadaki en mutlu en pembe insan oluyorum çünkü. içimde herşeyi yapabiliceğime dair bir güçle uyanıyorum.

bir arkadaşla konuşmuştuk. döndü bana mısırı bi araştırsana dedi. mısır? dedim evet dedi isisi falan bir araştır dedi. kedilere düşkünlüğümü ateş düşkünlüğümle birleştrince ben delilik olarak yorumlarken o tamamen geçmişten gelen nedenlerle ilgili olduğunu düşünüyor. mesela ateş tutkumu da ortaçağla bağdaştırıyor falan.
:)

çok komik di mi.
aslında değil oysa ki.
uzun süreli meditasyonlar sonucu kendimi tıkamasam çok fena bağlantılara neden olabiliiceğime inanıyorum, inanmıyorum biliyorum.
ondan kasıyorum bazen kendimi.
zaten elimde olmadan çok negatiftim aylar boyunca ancak pozitife dönüyor bakışım. yavaş yavaş takıyorum pembe gözlüğümü. :) biraz aptal oluyorum ya zaman geçtikçe, varsın ondan olsun...


insanlarla dalga geçmek gibi iğrenç bir huy edindim. aslında bunu o anlık gülmek için yapıyorum farkettim nazlı ile facebookta geyik çevirdikten 1 saat sonra. ne gerek var ki dedim kendi kendime. yapmicam sanırım bundan sonra. yani kesin yapıcam :) kendimi tanıyorum da, yapmamaya çalışıcam. bu huy neden peydah oldu bilemem. ne zaman böyle şeyler yapsam sesim gidiyor.


kanalları açtırmak lazım.
saçma sapan şeyler oluyor ve aslında o kadar manalılar ki.



bu sınav yetişmicek bi de..

bir de blogu niye günce gibi kullandığımı cidden bilmiyorum şu an.


uykum var.


anın şarkısı : emma shapplin - miserere,venere...
(çok severim LAN. çok.)

işte saçmalık.
acilen hipnoz istiyorum bir uygun zamanda.


belki sürekli bir engel çıkması karşıma benim sürekli şu olaylara inandığım için kendimi red edip delilik bu diye yorumlamamla ilgilidir.
ama cidden deliriyorum bence.
metafizik falan. inanıyorum.
fencisin buna inanıosun falan.
öl.