24 Mart 2010 Çarşamba

İstanbul

bu şehir uzak artık. hiç geçilmemiş yollar gibi yabancı sokakları, ve bu evler, kırık dökük gözümde artık. mal mülk para şaha akan tüm evler üç beş tahta bir kaç tuğla ve biraz betondan ötesi değil gözümde. ve bu şehir olabildiğince yabancı artık içime.
hiç gitmediğim yerler gibi caddeleri ve tanımadığım insanlar artık, her gün gazetemi aldığım bakkal, köşebaşındaki manav.
bu sabah yine günaydın dediler ama cevap veremedim çıkmadı dudaklarımın arasından uygun kelimeler. çünkü ne diyeceğimi bilemedim tanımadığım insanlara. boş bakışlarım asılı kaldı suratlarında. ve adım seslerim sokaklarda.
birbiri ardına attığım adımlarımı sayarak bıraktım kendimi cihangir sokaklarına. yanımdan geçip giden insan selinden uzağa denize doğru koşuyordu yüreğim. kaçmak, kurtulmak ve boğulmamak adına.
ve boyalar, modern maskeler belki de. kadınların yüzünde iğreti gülüşlerinde parfümlerinde yer eden şuhluğun gizli alametleri. en masum kadını bile bir sokak orospusu haline çevirebilen şeytanın parmak izleri. ve kadınlar. artık hiç sevmediğim dokunurken tiksindiğim et yığınları. dokunurken yalnızca boşalmak için dokunduğumu bilseler de umursamayacak binlercesi.
bu şehir uzak artık bana, bugun anladım. insan selinin arasından denize koşarken cihangir yokuşundan aşağı, nefes almak için kendimi koca çınarların arasına bırakmaya hazırlanırken, çocuk gülüşlerinden bile kaçmaya başladığımı gördüm artık ve sonsuz bir kalabalığın arasında astım hastası gibi sık nefesler alarak hayata tutabilmek için, ve bir epilepsi krizi geçirircesine titreyerek boş bakışlarımla ağızım kenetli ve avuçlarım sımsıkı kapalı, boğulduğumu farkettim. sahilde hep kaçıp saklandığım ve bazen gizlice ağladığım ağaçlar arasında aslında ne kadar yalnız olduğumu farkettim ve olabildiğince küçük.
hiçliğimi farkettim bugun, sığındığım ağaçların arasından esen yel şehrin bok kokusunu getirince burnuma ve denizde binlerce martı ölüsü. istanbulun çoktan öldüğünü farkettim. kıyıya vuran deniz anaları veremli bir hastanın çıkardığı balgamlar gibi yapış yapıştı ve deniz mavi olmaktan öte bir yaradan akan irin rengindeydi. yozlaşmışlığın her an daha popüler olduğu bu şehirde, avam ve hastalıklı yaşayışların, insanlık değerlerini alt ettiği bu 'eyyy koca istanbul!'da bugun ben, kötülüğün her zaman kazandığını farkettim.
zihnimde yarattığım aşkların aslında hiç olmadıklarını ve benim kendi dünyasında kendisini dalga konusu yapan bir şizofren olduğumu gördüm.
sus. doktor gelicek şimdi. ve ellerim kollarım bağlı beyaz önlükler içinde, ağzımdan dökülen bi,nlerce kelimenin ne anlama geldiğini bilmeden tiksinerek bakıcak suratıma, ve dudak kenarlarımdan akan salyalardan iğrenicek. oysa ki, her sabah içine çektiği bok kokusundan memnun, ve irin akan denize bakarak sevişirken aldığı hazlardan mutlu yaşamak asla umrunda olmadan yaşamayı sürdürecek, hayat dediği kerhanenin içerisinde.

2 yorum:

tolga dedi ki...

Bu yazı bir erkeğe mi ait diye geçirdim içimden...Ya da ruhu erkekleşmiş bir kadına...Cinsiyetlerin önemi yok özde,bilirim; fakat bahsi geçen kerhanenin daimi çalışanlarından olunca bocalamak doğaçlama bir hak olsa gerek.Son bir ekleme daha: 'Beş Şehir' filminden aldığın hazzı ya da ıstırabı kağıda dök deseler, şu yazıyı copy-paste etmeyi yeğlerdim=)selametle...

Glycerine dedi ki...

teşşekkür ederim :)