31 Ocak 2009 Cumartesi

havuç bağımlısı olmak

gerçkenten bu aralar limon ve havuça ciddi bir biçimde bağımlılığım oldu. rüyamda bile yemek yerine domates sonrasında havuç yiyordum. sebze takıntılarım had safhada. yazın bir döneme girip hiç et yiyememiştim, kokusunu duyunca bile midem bulanıyordu. o zaman da buna ön hazırlık tamamen meyveyle bozmuştum kafamı. çünkü yazın üzüm yiyebiliyordum :) günlerce üzüm ve peynirle beslendiğimi bilirim. ah bi de çay... çay tutkum bambaşka bir hal aldı. onu geçelim..

konumuz havuç...
iki üç gün önce senelerdir yazdığım bir günlük sitesine aldığım kiloları nasıl vereceğime dair bir program yazmıştım. eh zor tabi bir haftada 6 kilo aldığını kabullenmek.. gerçi tartılmadım ama 6 diyorsam 6 dır :) niye 7 gelmiyor içimden...
neyse.
işte 'havuç yemek' eylemi içinde geçen günceme bir arkadaşım havuç yeme kilo alırsın salatalık yemelisin gibisinden bir not yazmış. ve bir bilgilendirme sitesi yollamış ben inanmayınca. sizle de paylaşayım dedim :)


http://www.turkcebilgi.net/yemek-icmek/besinler-ve-ozellikleri/havuc-24644.html



mutlaka okumanız gereken bir bilgi. özellikle yararları kısmını okuduktan sonra dedim ki, aman yemişim kalorisini daha çok havuç yemeliyim :)


sevgiler.

29 Ocak 2009 Perşembe

teşekkür edebilmek

zor da olsa farketmek, bilinebilicek en güzel duyguların eyleme dökülmüş halidir teşekkür edebilmek. içinde kini kinayeyi nefreti iğnelemeyi barındırmadığında ve içten gelen bir olgu olduğunda gerçekten teşekkür edebilmektir, insanı yücelten. size ne yapmış olursa olsun, hayatınıza girmiş olan ya da uzaktan etkisi olan bir düşmana bile teşekkür edebildiğinizde büyüdüğünüzü farkediyorsunuz. bu büyümek ne içinizdeki çocuğu kaybetmek anlamına geliyor ne de saflığınızdan bir şey yitirmek. aksine o kadar büyüyorsunuz ki, içinizde var olan o saf çocuğa yeniden dönüşünüz oluyor bu. kızgınlığınız dindiğinde gözünüzdeki perde indiğinde, tekrar o çocuk gözlerle hayata baktığınızda, size öğretilenler ve verilen farkındalıklar için tanrıya şükrettiğinizde, zaten tanrının özünü içinde barındıran o insanlara da bir teşekkürü borç biliyorsunuz. ne kırgınlık olmalı kırılmışlıklarınızdan kalan, ne yorgunluk ne bıkkınlık yıkılmışlıklarınızdan kalan...
ne zaman ki, gözlerinizi kapatıp pembe beyaz bulutlar üzerine inmemek üzere çıktığınızda, zamanı gelmiş demektir. geçmişinizde sizi yıkan kıran param parça eden insanlara karşı nötr olduğunuz halde yaptığınız her hatayı pembe ve yeşil renklercesine kabul edebiliyorsanız, ve kendinize kızmaktan vazgeçtiyseniz, karşınızdakine kızmayı çoktan terkettiyseniz, o zaman gözleriniz açılıyor ve minik bir tesbih böceğinin bile size verdiği birşeyler olduğunu görebiliyorsunuz. işte o zaman içinizde yoğunlaşmış bir haykırış şeklinde teşekkür ederim demek isteği beliriyor.
en saf duyguların söze dökülmüş hallerinden biridir teşekkür etmek. sevdiğinize değil, sevmediklerinize de teşekkür etmeniz isteği içinize dolduğunda sevmediğiniz kimsenin olmadığının farkındalığıdır teşekkür etmek.
tanrısal enerjiye ve evrene şükretmenin, insan - hayvan- doğa bazında indirgenmişidir o.
o zaman, sadece kendinizi iyi göstermek için etmeyin teşekkür. gerçekten o seviyeye eriştiğinize inandığınızda edin ki, kendinize de yalan söyleyerek enerjinizi çakralarınızı kendinizi kirletmeyin. çünkü en aşşalık olan odur ki, insanın kendisine yalan söyleyip duygularını red ederek başka biri olmaya çalışması....



sevgiyle kalın..
ve tanıdığım tanımadığım banabir zamanlar zarar verdiğini düşündüğüm ve ya düşünmediğim herkese teşekkürler...


içiniz aklandığında, siyahtan beyaza geçen pusları da araladığınızda görürsünüz ki çünkü; aslında size zarar verdiğini düşündüğünüz insanlardan bile zarardan çok uzak öğrendiğiniz şeyler hep olmuştur....


günün şarkısı : pure moods * inner peace
günün sözü : japon atasözü * dağ dağ bulut (ilk duyduğumda çok güldüğüm düşündükçe anlamlı gelen nasıl yorumlandığını araştırıp öğrenince de iyice anlamlı bulduğum bir söz. lütfen vaktiniz varsa biraz üzerine düşünüp araştırın)

22 Ocak 2009 Perşembe

bir delinin günlüğü

eskiden çok koku duyardım. her anın bir kokusu vardı. olmadık yerlerde hiç olmadık kokular duyar gözlerimi kapatır senelerce gördüğüm rüyalar aleminin bana bahşettiği hayali duvarlara hapsederdim kendimi...
hatırlarım bir patika vardı çözülmeyi bekleyen. upuzun... en net hatırladığım ve hala gözlerimi kapattığımda hissettiğim o patika. ne o kocaman duvarlı evlerden eser var, ne de kıyısında dolaşıp çiçekler topladığım dereden eser var. ufacık bilinçaltımın yarattığı o sabit sahnelere izinsizce kendimden bile izin almadan bir kişiyi soktuğum için mi yitirdim o zamanların kokusunu, yoksa o anılardan kurtulmam için zaten çoktan o insanı oralara götürmem mi gerekiyormuş bilemiyorum. şimdilerde gözlerimi kapadığımda o dere kenarına gitmek istemediğim hiç bir şekilde. nedendir bilinmez aynı kişiyi beni hala içine çeken yer olan patikaya da götürdüğüm halde patika hala pırıl pırıl tüm kokusu ve canlılığı ile içimde parlıyor.
bu aralar bana olan kulaklarımda ezbere bildiğim, söyleyerek uyandığım ama bir dakika sonra sözleri öncelikli olmak üzere ezgisini de tamamen unuttuğum bir şarkı. delilik belirtileri diye bakıcam ama o kadar güzel ki, söyleyerek mırıldanarak anlamını bilerek gözlerimi açıyorum ve daha yataktan kalkmadan uçup gitmiş oluyor hafızamdan. öyle ki, gün içinde ah ben bugun bir şarkı söylüyordum sanki diye çok sonraları hatırlıyorum. şarkının sözlerinin anlamı çok güzel olmalı, ne zaman dilimde o ezgiyle uyansam dünyadaki en mutlu en pembe insan oluyorum çünkü. içimde herşeyi yapabiliceğime dair bir güçle uyanıyorum.

bir arkadaşla konuşmuştuk. döndü bana mısırı bi araştırsana dedi. mısır? dedim evet dedi isisi falan bir araştır dedi. kedilere düşkünlüğümü ateş düşkünlüğümle birleştrince ben delilik olarak yorumlarken o tamamen geçmişten gelen nedenlerle ilgili olduğunu düşünüyor. mesela ateş tutkumu da ortaçağla bağdaştırıyor falan.
:)

çok komik di mi.
aslında değil oysa ki.
uzun süreli meditasyonlar sonucu kendimi tıkamasam çok fena bağlantılara neden olabiliiceğime inanıyorum, inanmıyorum biliyorum.
ondan kasıyorum bazen kendimi.
zaten elimde olmadan çok negatiftim aylar boyunca ancak pozitife dönüyor bakışım. yavaş yavaş takıyorum pembe gözlüğümü. :) biraz aptal oluyorum ya zaman geçtikçe, varsın ondan olsun...


insanlarla dalga geçmek gibi iğrenç bir huy edindim. aslında bunu o anlık gülmek için yapıyorum farkettim nazlı ile facebookta geyik çevirdikten 1 saat sonra. ne gerek var ki dedim kendi kendime. yapmicam sanırım bundan sonra. yani kesin yapıcam :) kendimi tanıyorum da, yapmamaya çalışıcam. bu huy neden peydah oldu bilemem. ne zaman böyle şeyler yapsam sesim gidiyor.


kanalları açtırmak lazım.
saçma sapan şeyler oluyor ve aslında o kadar manalılar ki.



bu sınav yetişmicek bi de..

bir de blogu niye günce gibi kullandığımı cidden bilmiyorum şu an.


uykum var.


anın şarkısı : emma shapplin - miserere,venere...
(çok severim LAN. çok.)

işte saçmalık.
acilen hipnoz istiyorum bir uygun zamanda.


belki sürekli bir engel çıkması karşıma benim sürekli şu olaylara inandığım için kendimi red edip delilik bu diye yorumlamamla ilgilidir.
ama cidden deliriyorum bence.
metafizik falan. inanıyorum.
fencisin buna inanıosun falan.
öl.

21 Ocak 2009 Çarşamba

uyu artık


Yorgun musun?
Yattın mı?
Uyu?
Düşünme beni.
Ben ki
Hiç düşünülmedim senden önceleri.

Senden öncesi:
Düşüncesi kızgın kumlara serpilen
Azgın yellerle savrula
n
Bir damla gibi?
Bir söz gibi:
Sağır kağıtlara serilen
Sessiz dudaklardan dökülen.

Ben, zaten

Hiç söylenmedim ki senden öncesi.
Uyu artık?
Söyleme beni.

Yattın mı?
Yorgun musun?
Biraz kıpırdasan uyumadan önce?
Bilemesen
Nereye koyacağını ellerini,
Biraz oynatsan bileklerini

Düşünürken beni
Uyuyamadan önce?
Bilsen
Nasıl özlediğimi ellerini
Bileklerini.



Oruç Aruoba




zeki müren den ben seni unutmak için sevmedim eşliğinde tavsiyemdir.




e bu cidden bana benziyor be?!

19 Ocak 2009 Pazartesi

hikaye

ortabirdeydim sanırım ya da altıncı sınıf her ne dersen... Birsen Oran diye bir Türkçe öğretmenimiz vardı. :) canım benim nefret ederdi benden... ve bir gün bana ceza vermek istercesine beni tahtaya kaldırıp yazdığım kompozisyonu okumamı istemişti.
hiç unutmam. çok istememe rağmen yazmış olmanın güveni ile kalkmıştım. tahtaya yürümüş çatır çatır azar yemiş (cidden neden azarlandığımı hatırlamıyorum demek ki sevmemiş yani :) ) ve o kadar moral bozukluğunun üstüne gayet sakin kompozisyonumu okumuştum. bitirip sınıfa baktığı
mda herkesin ağzı açık bana baktığını, sınıfta derin bir sessizlik olduğunu ve korkuyla Birsen öğretmenime döndüğümde bir karış açık ağzını görmüştüm. göz göze gelmemizle kendine gelmiş BRAVO! diye çığlık atıp delicesine alkışlamaya başlamıştı. mehmet genel (çok sevdiğim bir arkadaşımdı) herkesden önce parmak kaldırıp,'öğretmenim şiir gibi yazı yazmış ben hayatımde böyle şey dinlemedim harika' demişti. ben dehşet içerisinde her gün yazdığım onlarca yazıdan herhangi birini okumuş olduğum için aldığım övgülere bakıyordum. :)
zil çaldığında herkes uzaylıymışım gibi bana bakmıştı. çekinmiştim biraz. :) sonra bir gün şiir getirin dedi birsen öğretmen. tuttum cahit külebi den hikaye isimli şiiri götürdüm. şöyle bi baktı yüzüme unutmam. ama bu, çok ağır sana. dedi. anlayamadım boş boş baktım yüzüne. okuyamazsın bile bunu dedi. kalk dedi sonra baktı hala anlayamıyorum. dinleyin olucak mı? dedi
sınıfa. ben okudum şiiri herkes yine bakıyor yüzüme. içimden eyvah şimdi sanırım patlicak hoca dediğimi bilirim.. sonra millet birden alkışlamaya başladı falan :) nasıl mutlu olmuştum. aklıma geldi o günler ...
sonra Selma Hocam.. canım... ikinci annem herşeyim...
orta 2. sınıf. girdi sınıfa bizleri tanıyor.. birsen hoca giderken nasıl ağlamıştım o da nasıl sarılıp ağlamıştı bana. ileride bir gün bir kitap yazarsam başına Birsen Oran hocama yazıcaktım ve süpriz yapıcaktım kendisine falan..
neyse.
selma hoca geldi sınıfa. bakındı şöyle bir. isimlerimizi soruyor.
ZEYNEP KİM dedi unutmam.

benim hocam dedim tamam dedi ve güldü.
sonra da asla desteğini çekmedi sırtımdan. hala beni iter. hadi der artık varlık ' a gönder hikayelerini olmuşsun zeynebim diye.
az önce yazmaya çalıştım olmadı. sonra oturdum neydim ne oldum dedim...
eskiden her ne kadar fırlama olsam da içimde bir kız vardı falan... yine var da çok bastırmışım be ! :) can atilla dinlerken çıktı hepsi bir bir ortaya... gerçi geçen hafta da defalarca şiir okumuştum uzun süre sonra kitaplarımı önüme döküp.
en sevindiğim, ne kadar kaçsam da içimde o baz
en sevmediğim inkar ettiğim hisli kızdan asla kurtulamayacak olduğumu bilmek:)

selma hoca bu yaz bir gün durdu...
ah zeynebim dedi. hocam? dedim. yavrum, sen bu zamanın adamı değilsin. ne aşklar sana göre ne insanlar .. ah kuzum.. canın çok acicak dedi...
ben neden bu zamanın adamı olmaya çalışıyorum ki o zaman :) kendim oluyum da acım da içimde kalsın , tatlım da bende kalsın.

yanlış tanıyanlar utansın....
huzurun ne demek olduğunu biliyorum be ben. kendimi ne kadar inkar edicekmişim. daha ne kadar uzak kalıp kendi kalbimi kendime kapıyacakmışım ki... yazık etmişim aylarıma...
güldüm geçtim bugun...

çok güzeldi be bugün.
çalışamadım hala da müzeyyen senarlar can atillalar zeki mürenler var playlistimde. aklımda yarım dizeler var. acı tatlı anlar var. gülüyorum. çok eskiler var ama be.
ne çabuk büyüyoruz. neden kirletmelerine izin veriyor
um insanların 2 kuruşluk yalanlarının riyalarının utanmazlıklarının içimdeki temiz çocuğu. neden egomu hırsımı ortaya çıkarmalarına ve içime siyah tohumlar atmalarına izin veriyorum ki...


evden çıktım... etrafı izleyerek herkese gülerek tanımadığım insanları selamlayarak indim caddeye. köşede mendilini açmış simidini yiyen 90 yaşlarında bi teyze vardı gittim elini öptüm sarıldım:)
bir manasıyla free hugs..

oturdu ağladı, ah teyzem. bir gün alıcam köşedeki pastaneden çayı onun gibi yere oturucam ve dinlicem onu karar verdim. göz yaşlarını sildim bir daha sarıldım bırakmak istemedi.
yalnızlık zor be. enerjimi olmadık şeylere harcıyacağıma neden insanları mutlu etmek için harcamıyorum anlamadım.
sonra kızılaydan alıcaklarımı aldım, güvenparka girdim güvercinler izledim, kulağımdaki müziği kapatıp onları dinledim. amcadan yem aldım yem serptim.. ufacık bi kız geldi o da yaptı aynen benim gibi. bi ara gözgöze g
eldik güldük birbirimize..

çok güzeldi be bugün...

usulca süzüldüm insanlar arasından hiç oldum bugun ben.
ben çocuğum evet ama aslında ruhumda kocaman biri
yaşıyor. anlamadım ben. anlayamicam.
hani beni tanıdığı halde, gözlerine perde inip de beni inkar edip kötü sananlar var ya, onlara da kızmıyorum artık.

sinana gelince. seviyorum çocuk seni be. ama uzaktan sevmek seni bir süre senin için de benim için de daha iyi... birbirimizi kırmaktan bıkm
icaz yoksa. kaybetmek istemiyorum...


bir de asıl diyeceğim şuydu.
ben bu hikaye şiirini okuduğumda birsen hoca eğilip, bu bebek sen olucaksın bi gün, o zaman anlicaksın neden şimdi neresini anlayamadığını diyip gülmüştü. uzun süre de beni bebek diye çağırdı. sonra :) saolsun adım bir süre bebek kaldı. ne kızardım bana bebek :( Diyorlar diye :)
hey gidi günler.





HİKAYE

Senin dudakların pembe,ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek, tut biraz.

Benim doğduğum köylerde ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim okşa biraz.

Benim doğduğum köylerde buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek savur biraz.

Benim doğduğum köylerde şimal rüzgarları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır öp biraz.

Benim doğduğum köyleri akşamları
eşkiyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem konuş biraz.

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin.
Benim doğduğum köyler de güzeldi.
Sen de anlat doğduğun yerleri
Anlat biraz.

Cahit KÜLEBİ



sanırım artık sana her gün yazamasam da boş buldukça her gün sevdiğim bi şiiri yazıcam :)
belki bakarsın kendi şiirlerimi de yazarım. eskisi gibi olmak özüme dönmek en güzeli.



günün şarkısı:: can atilla - boğaziçi rüyaları


16 Ocak 2009 Cuma

dijital arşiv


bursaya ilişkin tek bir anım yok artık. ne sıcak gülüşler o fotolardaki ne komik anlar ne babamla oturup bir yerde gülmekten ölüşümüz. belki de negatifle çekmek her zaman daha iyidir. hatalar geri dönüşü yoksa üzülmeyi gerektirmez mi? bence üzülmek gereklilikten öte sızıdır. içim acıyor. oturdum mal gibi sigara içiyorum. seks sonrası yakılır ya, ben de ağlamadan sonra yakılanını kullanıyorum artık çoğunlukla.
shift+delete bu kadar anıyı yok ederken, biri de yanlışlıkla kafamdaki o kadar anıyı yok edebilse keşke.
zaman herşeyin çözümü falan değil kesinlikle. fil hafızasına sahip insanlar için ise asla.sürekli gözümün önüne gelicek.
acırım acırım da, bursada babama hocam eskilerdensiniz di mi tanıdım sizie diyip adıyla hitap eden o adamın babamı tanımasına neden olan fotoğrafın gitmiş olmasına üzülürüm. bir de annemin ay tanımıyorum sizi diyip kaçtığı ama bizim gülmekten kırılarak gizli gizli fotolarını çektiğimiz o adamlarla kadınların fotolarına acırım... bir de evin terasında beyaz peruk takıp saçma sapan hareketler yaptığımız fotolara...
gitsem bursa sokaklarına yeniden yakalayabilir miyim ki o anları? tanıyabilir miyim?
hayır.
aynen fotoları ararken malatyada çocukluğunu aradığım adamla ilgili fotoları çekerken,elime bir damla göz yaşından başka bir şey geçmediği gibi, o fotolarla ilgili de gözyaşından daha fazlası akmicak elime ve avcumda kocaman bir sızıdan fazlası kalmayacak.
ufacık ihmalkarlıklar hayatta böyle acılara neden oluyorsa, detayları incelemekten delirmemek mümkün mü?

böyle anlarda yalnızca bir kişiyi özlüyorum v ihtiyaç duyuyorum. kim bilir belki de o kadar tek başıma yaparımcı değilim...

günün şarkısı : salvia - rest in pieces



Look at me, my depth perception must be off again
Cause this hurts deeper than I thought it did
It has not healed with time
It just shot down my spine. you look so beautiful tonight
Remind me how you laid us down
And gently smiled before you destroyed my life
Would you find it in your heart
To make this go away
And let me rest in pieces
Would you find it in your heart?
To make this go away
And let me rest in pieces
Would you find it in your heart?
To make it go away
And let me rest in pieces
Look at me, my depth perception must be off again
You got much closer than I thought you did
Im in your reach
You held me in your hands
But could you find it in your heart?
To make this go away
And let me rest in pieces
Would you find it in your heart?
To make it go away
And let me rest in pieces

14 Ocak 2009 Çarşamba

yüreğim seni çok sevdi


garip bir aşk hikayesi. günümüzde herkes her hoşlandığına aşk damgası vurup aşkı sakız ederken, böyle bir tanımlama yapmayı her ne kadar red etsem de öyle sanırım.
zorla okuduğum aylarca bitiremediğim elimde sürünüp duran kitap ve böyle şeylere karşı önyargımı yıkıp okuyayım dediğimde içinde gerçekten genel kültürle ilgili bir çok bilgi bulduğum garip bir kitap.
aslında normal bir ruh hali ile okuyan ve aşka inanan ve ona hayatında yer biçebilen bir çok insan için güzel olarak nitelendirilebilicek ve bir solukta okunucak bir kitap sanırım..
ama ne yalan söyleyim ben cidden zorlandım. e tabi bir de zevk meselesi.
içindeki nazım dizeleri harikaydı bi yerden sonra. en red ediş anlarımda bile nazımın dizelerini görünce vay be sözcüklerinin dudaklarımdan dökülmesine neden oldu bu kitap.
belki de hala insanın içinde aşık olmaya meyilli bir yan oluyor ve kendini kısıtlıyor. neyse. işte öyle güzel fln. bana sorarsanız bi daha okur musun deseler asla okumam ama öle işte kumsal kitabıydı bence.
saçmalıyorum
canan tan da nasıl başarılı bi kadın falan ama NAPIYIM . beğenemedim öyle fazla.
ama şey yani.
başarılı bir kadın, bir erkek ... olmaz inancı nın sonunda yapılan eylemin seneler sonra sızısının hala geçmemiş olması falan...
dedim ki bazen demek ki insan olur olmazını düşünmeden ne hissediyorsa onu yaşamalıymışş...

aman işte ayh.
neyse.

7 Ocak 2009 Çarşamba

ajda pekkan

nasıl sevmezdim anlatamam... herşey mi değişir zamanla anlamıyorum. sanırım değişir. bi sevgileri sabit sanırdım onlar bile değişiyor baksana... neden değişmesin.neyse..
hiç sevmezdim ajda pekkanı sesini duruşunu tavrını filmlerini bile... anti pati anlamsız. müziğini fln da. tırmalardı kulaklarımı fln ama
son 1 haftadır farkettim ki çok seviyorum yahu. sürekli ajda pekkan dinleyen bir insan oldum.. anlamsızca. o kadar güzel söylüyormuş ki.. o kadar güzel. bir insan her kelimeyi mi hissederek söyler, her melodinin şekline büyüsüne mi bürünür sesi. oha dedim.. keşke o 47 filmi çeviriceğine 3 5 albüm daha yapsaymış..
kaldı ki sinemayı 1960larda bırakarak en güzel şeyi yapmış zannımca ve sadece müziğe kanalize olmuş falan..
hayranıyım...

günün şarkısı: ajda pekkan * ya sonra & ajda pekkan * eğlen güzelim (hele bu şarkıdan tiksinirdim küçükken nasıl güzelmiş meğersee...)

3 Ocak 2009 Cumartesi

şaşkın olmanın keyfi


şaşkınlık güzeldir, keyiflidir.. kendini olduğun an içine salıverirsen... eğer şaşkoloz gibi gidip yanlış otobüse binmeseydim, fotoğraf çekilebilecek o kadar yer keşfedemeyecektim. ya da öüüfff sınavım var benim bir bu eksikti diye söylenseydim, eminim yağan o lapa lapa kar altında görünen o gecekonduların romantik-realist duruşunda garip bir huzur bulamayacaktım( büyüyünce ya cezmi ersöz olucam ya da bu terbiyesiz ağzımla bukowski :) ) her neyse, iyi ki binmişim o yanlış otobuse. 1.5 saat daha kaybettim ama nasıl güzel tatlar kaldı dilimde damağımda yüreğimde ruhumda (yemeğimi yemeden el açtım tanrım sana akıl sıhhat doğruluk iyi huylar ver bana. amin ) mesela , her halde kimse evine özel otobüs tutup gitmemiştir :p ben gittim bugün.. yanlış otobüse binince belediye şöforü özel şöforüm ve koskoca otobüs de özel otobüsüm oldu... biraz ilerde yürümek bu soğuk gibi havada belki bir çok kişiyi söylendirebilir ama ben halimden memnunum... ve düşünüyorum da hayattaki her olumsuz duran olgunun tadını çıkarmaya bakmalı... ancak öyle öğrenir insan.. biber acı diye yemekten kaçan biri biberin tadını asla bilemez. kafasında yarattığı tada damgayı bulur ve biber sade acı değildir falan... felsefecilerle çok vakit de geçirmiyorum bu ara ama neden saçmalıyorum bilemedim :p [şaka lan!]









aslında sana çok yazasım vardı. saçma sapan bir blog olucaktı günümü anlatıcaktım. nasıl güzel geçtiğini. tiyatro dersine kadar eşşek gibi çalışıp tiyatro dersinin çıkışında kar şarap yaparken nasıl eğlendiğimizi en detayına kadar anlatıcaktım ... oyun çalışmasında nasıl koptuğumuzu gökhanın orgazm naraları ile dolu ŞEF ŞEF ŞEF diye bağırışlarını, yine bana doğaçlama patlaması ihtimalini, fotoğraf makinemin (kırpık) benim hayatımı nasıl kurtardığını (kara yatırmaktan vazgeçtiler makinem var diyince mesela), herşeyi detaylıca anlatıcaktım. çünkü çok sevdim ben bu günü..(:p gökhanı kara yatırma umuduyla kurduğu timin gökhanın bileğini bükemeyince gökhan emri ile maliyi kara yatırma anı :) ayıp günah. hadi adam kazdığı kuyuya kendi düştü de lan siz de ne dönekmişsiniz.. çingeeeen! ler :p )







(-içsek mi. - bilmemben yurda gitcem. - abi kızılay var mı kızılay - ben emreyle buluşcam valla bu gün gelemem.. - eh ben film analizi ödevini bitiremedim daha. bi de yarın bi prova daha var.. - ya sinemaya mı gitsek. - en ucuzu neresi şimdi nerde yiyelim. - kızılaya gelin lan benle. ama emreyle buluşcam :op)

tabi bugunden güzel dersler de çıkardık. iki kişiyi hayatıma en derinden geri aldım. biri Emre diğer ise Gökhan. burçini gördüm sunshine ı tualet olarak kullanmak üzere içeri adım attığımda :) oturup konuşurken gökhan girdi içeri ve burçin gökhanı çağırdı. tripleşirken biz ben dayanamayıp boynuna sarıldım. bazı insanlardan zor vazgeçiyorum. sadece gözden ırak gönülden ırak muhabbetine.. karşıma geldiklerinde içim acıyor dokunamadığımda.. nasıl mutlu oldum.. ikinci ana ders ise emreydi. aylarca o arasın o arasın diye birbirimizi beklemişiz ve 5 inde gidiyor. ne güzel di mi.. aylar sonra en yakınımız ayrılıyor ve bizim bir tek pazartesi onu amerikaya uğurlarken görüşme şansımız var.. komik.. hayat küsecek kırılıcak kadar uzun değil cidden.. sabit de değil...




(kaç burdan gel amerikaya dedi emre bana.. kaçmak değil uzaklaşmak da deil ama bir drama okulu neden olmasın... ya da belki yine de akademi diyerek doktora ya da post doktora neden olmasın... )

böyle işte...
yılın ilk boktan kardan adamcığını yaptım bugün. terbiyesizim az ama adını boktan koydum ki ben onun :)
ve kara ilk kez elimi bastım bu sene...














bunun dışında şu saat oldu Altuğ hala msn de değil. şaşılacak şey doğrusu. bence altuğ gelmeden çalışıyım hemen de altuğ ile konuşuyum. çok gülüyoruz karşılıklı =)







(yukarıda adını verip prntscrn de neden karaladığımı anlayamadım ama ben de garip bi insanım. :p ŞIMAR LAN ALTUĞ!' :) )

gel gelelim fasulyenin faydalarına...
8 ocak y mori konserinin afişlerini ifin orda 280120 kez gördüm.. keşke Emre de olsaydı dedim.. ama yok . attaa...
:/

bekliyoruz.
mutluyuz
yarından umutluyuz


mütemadiyen saçmalıyorum
kola kafa yapar mı ?






(burnumu yaptırıcam evet. hem de senden önce Nazli)




ek: ha bi de... her ne kadar evin içi 100 derece de olsa, daha şortla oturucak hava gelmemiş..
DONDUM



muck!

2 Ocak 2009 Cuma

su yolunu bulur






"su yolunu bulur... :D" dedi az önce arkadaşım bana.. :) güldüm. öncesindeki cümleyle bağlantısı bu kadar alenenken ve ben bu elimdeki cümleyi kendime ilke edinmişken, nasıl olurda hiç bu sözü aklıma getiremediğima şaşıyorum...
konuştuğumuz şey, enerji uyumlanması idi ve ben bunu parayla yapanların da yaptıranların da, parasız olsa dahi başkasından el alanların da hatalı olduğunu savunuyordum. zamanında tolgayla konuşmuştuk benim gibi düşündüğünü bilmek iyi gelmişti. zira, insan iç dengesini kendisi sağlar, iç enerjisini kendisi çıkartır ve dış dünyayla dengesini kendisi kurar. nasıl ruhsal acılarımızın azalmasına ilaçlar yardımcı olmuyorsa, yada dinlemedikçe insanların dedikleri merhem olmuyorsa ve insanın kalbinde halletmesi gerekiyorsa, bu da öyle bir şey...
insan kendi yolunu kendi bulur dedim :) güldü su yolunu bulur dedi...
bulur gerçekten...
tutunucak dal mıdır bilemeyeceğim ama hayat süprizlerle dolu. nereye akıcağını bilebilirsin eğer ruhunda el değmemiş bir akarsu kadar saf ve berrak , egonda bir dere kadar cılız, inancında bir nehir kadar gür olursan, akıcağın yönü sen belirlersin....


savaş abi çekimlerde hep renk seviyorum der. son iki haftada bu cümleyi o kadar tekrarladı ki içime işlemiş. şakralarla ilgili birşeyler okurken yeşil ve pembeyi neden bu kadar sevdiğimi anladım...


:)


şarkımız : pure moods - inner peace.


şimdi akşamki provaya kadar dersimizi çalışalım.

1 Ocak 2009 Perşembe

Die Höhle des gelben Hundes


yani Sarı köpeğin ini ya da the Cave of the Yellow Dog. izledijkten sonra bir süre ekrana bakmaya devam ettiğim 2005 yapımı film. bir gece sabaha kadar başladığım ve yarısında kesmek zorunda kaldığım, zira uyuya kalmıştım, akabindeki 2 günde de bir türlü izleyemediğim için sinir yaptığım film oldu. ama sonunda 31 aralık sabahı saat 5 6 arası yine bitirdim filmi.
uyuya kalmam filmin sıkıcılığından değil - ki film asla sıkıcı değil hatta hayret uyandırıcı- tamamen benim yorgunluğumdandı notunu düşüp filme geçmek istiyorum. az önce internette filmle ilgili gezinirken aklıma yönetmeninin diğer filmlerini de edinmek fikri geldi ve oturdum yönetmenini araştırdım ve gördüğüm şey- her ne kadar şok etmesi aslında garipsenicek bir durum olsa da - beni şok etti. çünkü yönetmenimiz 1971 doğumlu çıtı pıtı bir moğol kızı ; Byambasuren Davaa. Alman moğol yapımı olduğunu biliyordum filmi ama bu kadar başarılı çekilmiş bir filmin yönetmeninin :) bir bayan hem de gencecik bir bayan olması beni gerçekten büyük 'dumur'a uğrattı. (şimdi içimdeki kız bağırıyor isyankar, salak mısın sen ne var bunda neden kadın olamasın ki diye.. ama ben kendisine sosyolojik altyapının gen aktarımı ile beynime soktuğu bilinç altı diyorum .. yazık ki...)





filmin heyecan verici olan ve şaşırtıcı olan yanı ise bu kadar basit bir olay nasıl olurda içinde kocaman olguları barındırır. bütçesiz bir film.. kısacık bir hikaye .. basit bir hikaye ama verdiği şeyler, siyasi mesajlar kültürel öğeler ve belgesel tadı mükemmeldi resmen...

herkese tavsiye edeceğim filmdir kendisi. hemen bulunup izlenesidir. üstelik ağlatır da :) bol bol.. benim gibi eksik akıllı iseniz. :)

oyunculara gelince gerçekten bir şey demek istemiyorum. izlenip görüleri hayret edilesi. nasıl yapabilmişler ki diye defalarca sorguladım...



bu sıralarda: badem * sen ağlama... isimli şarkıyla bozdum.. 31 aralık sabahı mal mal oturuyorum film fln izlicem ama altuğla konuşuyorum lastfm açık altuğa bişeyler anlatıyorum zaten gözlerim dolu dolu pat diye bu şarkı çıktı. içimi ezdi burktu başladım ağlamaya :) sonradan sonraya hastası oldum.. evet 2 saat içinde.
sonra altuğ bi bana sen ağlama dedi bi kaç saat sonra da ben ona dedim...
ağlamayalım yahu.
- AMA AĞLAMAK ÇOK GÜZELDİR ASLEN..


:)yaşamak gerçekten muhteşem...
her şeyiyle
her tadıyla...
iyileştikçe, mutsuzken bile.

bak eskilerden ne buldum :)